İSTANBUL (AA) -TURGAY YERLİKAYA- Her yıl düzenli olarak ülkelerin basın özgürlüğü performansına yönelik çalışmalar yapan Freedom House’un Türkiye ile ilgili raporları hem iç hem de dış kamuoyunda çokça tartışılıyor. 2014 yılında Türkiye’yi medya özgürlükleri açısından “kısmen özgür” kategorisinden “özgür değil” kategorisine indiren örgüt, genel özgürlükler alanında Türkiye’nin “kısmen özgür” ülke pozisyonunu sürdürmüştü. 2015 yılında da bu tutumunu sürdüren Freedom House’un 2016 yılında kamuoyuyla paylaştığı rapora bakıldığında ise Türkiye’nin internet alanında “kısmen özgür”, basın konusunda ise “özgür olmayan ülke” kategorisinde ele alındığı görülmüyordu. Türkiye’nin 2017 yılındaki konumuna bakıldığında, 2016’ya göre negatif bir seyir izlediği, sivil ve politik özgürlükler alanında önemli problemlerin yaşandığı, raporun temel vurguları arasında. Söz konusu noktalardan hareketle, Türkiye’deki basın özgürlüğü konusunu sorunsallaştıran örgütün 2017 raporunda Türkiye, özgürlük statüsü genel başlığında “kısmen özgür”, basın özgürlüğü ve internet özgürlüğü kategorilerinde ise “özgür olmayan” ülke olarak konumlandırıldı.
“Freedom in the World 2018” başlığı ile geçtiğimiz günlerde yayınlanan raporda ise Türkiye genel özgürlükler alanında “kısmen özgür” statüsünden “özgür olmayan ülke” pozisyonuna düşürüldü. Statü değişikliğinin nedeni olarak, hükümet sisteminde yaşanan değişimle birlikte Türkiye’nin “otoriter bir pozisyona evrildiği” ve Türkiye’de “muhalif kimlikli kişi ve kurumların baskıya maruz bırakıldıkları” iddiaları gösteriliyor. Sosyo-politik haklar düzleminde de bir gerileme yaşandığı iddiasını dile getiren örgüt, OHAL sürecinin Türkiye’de hukuki karar alma süreçlerini tehdit ettiği görüşünde.
Türkiye’nin hem iç hem de dış siyasetinin konu edildiği raporda dikkat çeken bazı hususlar, raporun ana temalarının ideolojik bir söylemle kurgulandığını gösteriyor: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından baskıyı artırdığı, bazı kaotik düzenlemeler aracılığıyla medya şirketlerinin kapatıldığı, Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki askeri ve diplomatik girişimlerinin bölgedeki dengeleri tehdit ettiği gibi argümanlar, sözü edilen ideolojik söylemin yansımaları. 2018 yılı raporunda dikkat çeken bir diğer husus da statüsü Türkiye ile birlikte olumsuz yönde değişen Zimbabve’nin yaşadığı problemler. Zimbabve’nin “kısmen özgür” statüsünden “özgür olmayan ülke” statüsüne düşürülmesinin sebebi olarak, seçilmiş başkan Robert Mugabe’nin askeri baskılar altında istifaya zorlanması gösteriliyor. Bir yandan militarizasyonu demokratikleşme ve özgürlükler açısından sorun olarak algılayan örgüt, diğer yandan Türkiye’nin demilitarizasyon sürecini olumsuzlama yoluna gidiyor. Türkiye’nin 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında kendisini FETÖ’den arındırma adına uyguladığı adli ve idari tedbirlerin kriminalize edilmeye çalışılması, raporun objektifliğine gölge düşürüyor.
- Genel ve metodolojik sorunlar
Uluslararası kuruluşların basın özgürlüğü konusunda Türkiye ile ilgili raporlarının önemli metodolojik hatalara sahip olduğu ve bu raporların sıklıkla siyasi bir baskı aracı olarak kullanıldığı görülüyor. Söz konusu raporların en temel sorunu, Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme sürecine, iktidar ilişkilerine ve medya kültürüne yeterince aşina olunmaksızın kaleme alınmaları ve bu nedenlerle basın özgürlüğü konusunda yaşanan sorunların kaynaklarını yanlış yerde aramaları. Bahse konu raporlar değerlendirildiğinde, bölgesel ve küresel bilgi kaynaklarının şeffaf olmaması, Türkiye’deki sosyo-politik bağlamdan bağımsız bir olay incelemesinin yapılıyor oluşu ve yapılan eleştirilerin karşılaştırmalı bir perspektiften yoksun oluşu, göze çarpan temel eksiklikler.
Basın özgürlüğüyle ilgili raporlandırma çalışmalarının bilgi kaynakları arasında analistler, akademisyenler, iç ve dış haber kaynakları, sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, bireysel bağlantılar ve insan hakları alanında çalışan aktivistler gösteriliyor. Ülkelerin genel özgürlük ve basın özgürlüğü hakkındaki performansları bu kaynaklardan alınan bilgiler ışığında kategorik düzenlemelere tabi tutuluyor. Bu süreçte bölgesel kaynakların ülke hakkındaki öznel görüşleri, haber kaynaklarının kısmi ve yetersiz değerlendirmeleri, gazetecilerin adli işlemleriyle ilgili spekülasyon düzeyindeki söylemler, raporların tutarlılığını ve tarafsızlığını olumsuz yönde etkiliyor. Raporların yazım sürecinde özellikle Türkiye’deki muhalif isimlerden yararlanılması, bilgi kaynaklarındaki tek taraflı ideolojik pozisyonu ortaya koyuyor.
Raporlarda ülke içi gelişmelerin dikkate alınmadığı, genellikle ülkelerle ilgili yerleşik kanaatlerin ortaya konulduğu görülüyor. Bu durumun en somut örneği Türkiye ile ilgili rapor ve değerlendirmelerinde karşımıza çıkıyor. Nitekim 15 Temmuz gibi kanlı bir askeri darbeyi önleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin takip ettiği idari ve adli süreçlerin kriminalize edilmesi, Türkiye’nin terörle mücadelesinde etkin adımlar atması adına uyguladığı prosedürlerin basın özgürlüğünü tehdit ettiğinin iddia edilmesi ve yine terörle mücadele kapsamında gözaltına alınan ya da tutuklanan “gazeteci kimlikli” kimselerin basın özgürlüğü açısından ciddi sorunlara yol açtığı gibi değerlendirmeler, Türkiye’deki gündemi anlamaktan fersah fersah uzaktır.
Bilhassa “gazetecilerin tutukluluğu” konusunda, süreçten bağımsız bir olay analiziyle ideolojik yorumlar yapılıyor. Söz konusu tutuklamalara gerekçe teşkil eden hususların ele alınması yerine sadece gazetecilik kimliğinin ön plana çıkartılması sübjektif ve keyfi bir değerlendirme biçimi. Bu nedenle, uluslararası raporların Türkiye ile ilgili değerlendirmelerinde süreç yerine olay analizi yapılması, konunun çok boyutlu olduğu gerçeğinin görmezden gelinmesine neden oluyor ve mesele sadece siyaset ve yürütmeyle ilgili bir durum olarak gösterilerek indirgemeci bir yaklaşım sergileniyor.
Raporlarda karşımıza çıkan bir diğer husus da eleştiri ve değerlendirmelerin karşılaştırmalı perspektiften yapılmıyor oluşu. Özgürlük/güvenlik denkleminde kriz anlarında özgürlüklerin sınırlandırılması sadece Türkiye’ye mahsus bir durummuş gibi gösteriliyor. Oysa Fransa, İngiltere ve Almanya’nın muhtelif terör saldırıları sonrasında uyguladığı politikaların Türkiye ile karşılaştırılması bu bağlamda önemli veriler ortaya koyacaktır. Örneğin Fransa Ulusal Meclisi’nin, Paris saldırılarının gerçekleştiği 13 Kasım 2015’te ilan edilen OHAL uygulamasının Temmuz ayında altıncı kez uzatılmasına karar vermesi, bu konudaki en önemli örnek. 2018 yılı raporunda genel özgürlükler alanında “özgür ülke” statüsünde gösterilen Fransa’nın OHAL’i bitirme kararının ardından çıkardığı yasalarla birlikte fiili OHAL sürecini devam ettirmesi raportörlerin hiç ilgisini çekmemiş. Öte yandan, son dönemde terör saldırılarına maruz kalan Avrupalı devletlerin sosyal medyaya yönelik düzenlemeleri de özgürlüklerin sınırlandırılması olarak yorumlanmamış. Ama Türkiye’de olağan dönemler dışında özgürlüklerin güvenlik gerekçesiyle sınırlandırılması her zaman bir problem olarak algılanıyor ve raporlarda bu yönde Türkiye karşıtı bir dil benimseniyor.
Uluslararası kuruluşların hazırladıkları raporların, Türkiye’deki basın özgürlüğü konusunu tarihsel ve siyasal kaynaklarından bağımsız bir biçimde işlediği ve sadece “hükumete muhalefet” bağlamıyla sınırladıkları görülüyor. Basın özgürlüğü gibi bir meseleyi tek boyutlu ele alan ve diğer yansımaları konu edinmeyen bu raporlar, birtakım temel eksikliklerle malul. Söz konusu raporların birçoğunda Türkiye klasik birtakım şablonlarla değerlendiriliyor; ülke içindeki gelişmeler göz ardı ediliyor ve yerel dinamiklerin değerlendirme dışı bırakıldığı tek boyutlu bir çerçeveye hapsediliyor. Bu raporlara karşılaştırmalı olarak bakıldığında, en çok mutabık oldukları konuların, hükumet karşıtı gazetecilerin düşüncelerinden dolayı kısıtlanmaları, muhalif basının görevini yerine getirememesi ve Türkiye’nin hızlı bir biçimde otoriter bir rejime doğru savrulması olduğu görülüyor. Tüm bu sorunlar, raporların tarafsızlık ve şeffaflık ilkelerine uygunluğuna gölge düşürüyor. Sözü edilen raporların, basın özgürlüğüne engel olarak gösterilen olaylarda, içeriğe dair bilgi edinmek yerine doğrudan olay analizi yapmaları, sorunların analitik bir değerlendirmesini imkansız hale getirdiği gibi, problemlerin çözüm yollarını da tıkıyor. Sorunun kaynaklarını doğru tespit edememek, soruna yanlış yerlerde çözüm aramaya sebep oluyor.
[İletişim teorileri, oryantalizm ve İslamofobya konularıyla ilgilenen Turgay Yerlikaya SETA Toplum ve Medya Araştırmaları Direktörlüğü’nde araştırmacı olarak çalışmaktadır]
Basın ÖzgürlüğüFreedom House
Muhabir Belirsiz Kişi
Copyright Turgay Yerlikaya
Yayınlayan İhsan Gürsoy
Yorum Yazın