Bruxelles Korner
Metin Savaş
ESKİ ZAMAN EVLERİ DUDAKLARIMIZDAKİ TEBESSÜMDÜR
Türk şehrinin siyah-beyaz eski zaman fotoğraflarına baktığımızda hayıflanmadan edemiyoruz. Çok önceki zamanlarda değil, daha dün, dedelerimizin ve ninelerimizin zamanlarında şehirlerimiz geleneksel Türk evleriyle doluydu. Dahası, şimdiki gibi müzelik değil, içinde yaşanılan evlerdi bunlar. İşte o siyah-beyaz fotoğraflarda tek tük apartman görebiliyoruz. Sivil, resmî veya dinî binalar alelâde yığınlar değildir. Onların birer ruhu vardır. Vardır ama bizler bir şehri alelâde (ruhsuz) binalarla tıkış tepiş doldurursak her şeyden önce kendi kimliklerimize ve dolayısıyla da kendi psikolojimize zarar vermiş oluruz. Bu nedenle imar faaliyeti mimarların ve psikologların işbirliğiyle yürütülmelidir.
Mimar psikoloji bilmeli, psikolog da bayındırlıktan az buçuk anlamalıdır. Biz insanlar buna disiplinler-arası çalışma diyoruz. Hiçbir meslek tek başına bırakılamaz. Hayat bir bütündür. Her insan ve her meslek birbirinden sorumludur ve birbirinden beslenir. Çarpık yapılaşmanın had safhaya ulaştığı bir şehirde insan psikolojisi de çarpıklaşacaktır. Bir okul binasının güzelliği o okulda okuyan öğrencilerin iç dünyalarına müspet şekilde yansıyacaktır. Gecekondu mahalleleri bu sebeple suç işleme oranlarının yüksek seyrettiği semtlerdir. Fizikî çirkinlikten maraz doğuyor. Apartmanlardaki hayat tarzının bizleri nerelere sürüklediğini anlatmaya gerek yok çünkü hepimiz zaten bunu yaşıyoruz. Geleneksel Türk Mahallesi (zannedildiği gibi) kapalı bir mekân değildi. Mahalledeki her evin kapısı herkese açıktı. Oysaki apartman yaşantısında kapalılık vardır. Komşunuzla ya asansörde, ya merdivende yahut da apartman kapısında karşılaşıyorsunuz. Yabancılaşma dediğimiz şey budur. Kâh kendimize kâh komşularımıza yabancılaşmanın sebebi kapalı hayatlar sürmemizdir.
Çağımızdaki hızlı nüfus artışı nedeniyle çok katlı yapılar inşa etmek bir mecburiyet haline gelmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye nüfusu 15 milyon idi. Şimdiyse 82 milyon. Bu kadar insana mekân bulmakta zorlandığımız içindir ki dikey yapılaşmadan kaçınamıyoruz. Fakat idrak etmemiz gereken şudur ki, apartmanlarda yaşasak bile zihnimizi dikeyleştirmek zorunda değiliz. Geleneksel Türk Mahallesi yatay idi. Biz işte bu yataylığı gündelik yaşantımızda sürdürebiliriz. Bununla birlikte, hassas olmamız gereken bir husus da şehirlerimizdeki eski zaman evlerinin korunması ve yaşatılmasıdır. Bu türden evler bizlere psikolojik destek sağlayacaktır. O evlerin içinde ikamet etmesek bile şehrin soluk alabildiği mekânlar olarak o evleri kıskançlık derecesinde sahiplenmemiz lâzımdır. Fransız düşünür Gaston Bachelard “Mekânın Poetikası” adlı kitabında şöyle diyor: “Ev olmasa, insan dağılmış bir varlık olurdu.”
Apartman daireleri de evlerimizdir ama bizlerin psikolojisini derleyip toparlayacak olan binalar o eski zaman evleridir. Sokakta yürürken bakımlı bir eski zaman evi görmemiz bile bizleri rahatlatıyor. Bakımsız, harap, çürümüş ve kaderine terk edilmiş bir eski zaman yapısını gördüğümüzde ise hüzünleniyoruz. Eski zaman evleri dudaklarımızdaki tebessümdür. Onlar bizim geçmişimizdir. Onlar bizim geleceğimize uzanan zaman köprüleri gibidirler. Köprü yoksa geçit de yoktur. Takılıp kalıyoruz ve ilerleyemiyoruz. Sâmiha Ayverdi “İstanbul Geceleri” adlı eserinde şöyle hayıflanıyor: “Artık İstanbul’un hiçbir semtini dolaşmayacağım.”
Niçin dolaşmak istemiyor? Çünkü o eski şehrin ruhunu bulamıyor. Ruhsuz bir şehirde yaşamak ölü gibi yaşamaktır. Anlamsızdır. Ve hatta gereksizdir. Modern şehirlerdeki intihar oranının yüksekliği bile bizlere birtakım mesajlar iletiyor zaten. Biz aile yadigârı bir evi maddî çıkarımız için yok ettiğimizde kendi çocuğumuza, kendi torunlarımıza kötülük etmiş oluyoruz. Miras kavgası ille de tarihî dokunun mahvedilmesini gerektirmiyor. Görmüş olanlar hep anlatır ya: “Avrupa’nın filan şehrine ne zaman gitsem yıllar önce orada gördüğüm dükkân yine oradadır.” Fakat bizim şehirlerimizde bıraktığımız şeyi aynı yerde bulamıyoruz. Mekân kavramı bizim zihnimizde oturaklaşmıyor. Vaziyet böyle olunca da şehrin hafızası köreliyor. Eski zaman evleri kurtarılmalıdır. Çünkü o evler, içinde yaşamıyor olsak da, bizim evlerimizdir.
Millî Mecmûa’nın “şehir ve coğrafya” dosya konulu sayısına bir yazı hazırlamam istendiğinde durup düşündüm. Bir şehrin fizikî ve beşerî coğrafyasının yanı sıra, acaba dedim kendime, bir şehrin ruhsal coğrafyasından da bahis açılabilir mi? İşte bu nedenle bu yazının başlığında tebessüm bulunuyor. Ruh demek his demektir. Dünyevî hayatlarımız sadece maddenin içinde yer almıyor. Öyle olsaydı biz insanlar da madde gibi kaskatı kesilirdik. Maddenin içine düşmüş varlıklarız. Modern zamanlara bunalım çağı diyorlar. Bence insanlık tarihinin bütünü bunalımdır. Jean Paul Sartre’ın dediği gibidir: “İnsan bir başına bırakılmış, dünyaya fırlatılmıştır.” Şehirlerin tabiattan kopukluğu söylemi doğrudur elbette ama şehir demek medeniyet demektir. Dünyamızdaki canlılar içinde şuuruyla inşa edebilen tek canlı türüdür insan. Karıncalar kendi yuvalarını içgüdüleriyle inşa ederler. Düşünen varlık olarak insan ise bilinciyle hareket eder ve medeniyet kurar. Bir şehrin dokusunda ruh vardır; şehrin her ayrıntısı his yüklüdür. Şu halde ruhsal coğrafyadan dem vurmamız abes değildir.
Gaston Bachelard’dan alıntı yaparak “ev olmasa, insan dağılmış bir varlık olurdu,” demiştik. Bu meyanda şehir derleyip toparlayıcıdır. Bilhassa büyük şehirlerin içindeki keşmekeşe/kaosa rağmen toparlayıcıdır. İnsan hayatlarının yoğunlaştığı yerdir şehir. Bilim, teknik, sanat ve felsefe (kökeninde göçebenin şamanlığı bulunsa da) şehirlerde kurumsallaşır ve şehirlerde metodoloji kazanır. Tabiat romantizmine öykünerek şehri inkâr etmek hüner değildir çünkü şehri inkâr ettiğimizde medeniyete tavır koymuş oluruz. Göçer veya konargöçer olarak tabiatın içinde barınmak hayli zordur. Oysaki şehir konfordur. Her şeyin bir bedeli vardır ki, şehrin konforuna çekildiğimizde bedel olarak tabiattan kopmayla karşılaşıyoruz.
Yılmaz Özakpınar diyor ki: “Hafıza, bütün izlenimlerin yığıldığı bir depo değil, biyolojik bir yapıdır; hayatın gereklerine göre zihin süzgecinden geçerek biçimlenen özümsenmiş bilgileri saklar. İlgili deneyimleri bir araya getirerek yapılandırır, hafıza içeriğini oluşturan bilgi yapılarını kurar.”i Şehir de, hafıza gibi, bir depo değil, kâh biyolojik kâh coğrafî yapıdır. Her şehir hayatın gereklerine göre biçimleniyor. Buradaki gereklilik gündelik hayatımızla sınırlı kalmayarak bir toplumun millî hayatına göre şekilleniyor. Millî hayatın dayanağı ise kolektif şuurdur ki binlerce yıllık birikimin eseridir bu şuur. Herhangi bir Türk şehrinde “Balakan Sokağı” adında bir tabelâyla karşılaşıp da bunun izini sürmeye kalkışırsanız belki Türk tasavvurunun mitolojik çağlarına kadar sürükleneceksiniz. Yahut da yine herhangi bir Türk şehrinde “Bozkurt Caddesi” tabelâsıyla yüzleşirseniz Meşrutiyet ya da Cumhuriyet devrinin Türkçülüğü kavrayışının ipuçlarını yakalayacaksınız. “Hürriyet Meydanı” bizlere Tanzimat sonrası siyasî arayışların yankısını dayatacak. Hiçbir şey anlamsız değildir ve her şeyin bir gerekçesi, bir hikâyesi, bir mesnedi vardır. Meselâ niçin “İstiklal Caddesi” ve meselâ niçin “Hamidiye Suyu” diye sormuyor muyuz? Şehrin hafızası birkaç asırlık tecrübeleri bir araya getirerek yapılandırıyor.
Alberto Manguel, Tanpınar’ın izini sürerken şöyle anlatıyor: “Boğaz’ı vapurla geçiyorum. (İstanbulluların) bunun dikkate değer bir şey olduğunu düşünüyormuş gibi bir halleri yok. Benim için kıtaların, evin bir odasından diğerine geçer basitlikteki bu akıcı değişimi ortaya olağanüstü bir duygu çıkarıyor. Dünyanın başka hiçbir yerinde bunu hissetmedim: üzerinde yaşadığımız yerkürenin onca büyük kısmını kapsayan muazzam bir coğrafya boyunca naklediliyor olma hissi.”ii
İstanbullu için Asya ile Avrupa arasında gelgit yapmak hakikaten öte odadan beri odaya gelip gitmekçesine bir sıradanlıktır. Gündelik yaşamını iki kıta arasında sürdüren İstanbul ahalisinin hâletiruhiyesi Türkiye halkının bir özeti gibidir. İşbu hâletiruhiyenin genişletilmiş haliyse Anadolu ve Rumeli topraklarında yoğrulan toplumsal psikolojidir. Türkiye Türklüğünün bin yıllık hafızasındaki Selçuklu asırları Anadolu’ya, Osmanlı ise Rumeli’ye daha fazla yaslanıyor. Cumhuriyet ise bu ikisinin terkibidir. Şöyle ki: Koskoca Osmanlı dağılıp da imparatorluk coğrafyasında göç hareketleri kesilmeyince, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, bu ülkenin nüfusunun yüzde ellisini Kırım’dan, Balkanlardan, Kafkaslardan ve diğer yerlerden Anadolu’ya gelenler oluşturmuştu. Diğer yüzde elliyse Anadolu’nun en az bin yıllık yerlisiydi. Evlilikler yoluyla ve iskân politikaları sayesinde her iki yüzde elli karışıp kaynaşınca kıtalararası toplum psikolojisi kendi özünü yeni zamanlarda bile muhafaza etmeyi başardı. Dolayısıyla İstanbul demek Türkiye demektir. Başkent Ankara da böyledir. Her şehrimiz, her kasabamız ve epeyce köyümüz de böyledir çünkü gerek iskân siyaseti gerekse kendiliğinden vuku bulan yurtiçi hareketlilik nedeniyle Türk toplumu daima Asya ile Avrupa’nın, Akdeniz ile Karadeniz’in, Balkanlar ile Kafkasların, Tataristan ile Türkistan’ın terkibi olduğunu hiç unutmuyor. İşte Türk şehrinin coğrafyası budur.
Türkiye’nin pek çok şehrinde “Plevne Mahallesi” varsa tesadüfen değildir. Sütlüce semtini veya Sütlüce köyünü her yerde bulabilirsiniz. Şaşkın Bakkal veya Vezneciler iktisadî hayatın şehirdeki izdüşümleridir. “Yalnız anılarımız değil, unuttuklarımız da bir yere yerleşmiştir. Bilinçdışımız yerleşmiştir. Ruhumuz bir konuttur. Ve evleri, odaları hatırlayarak kendi içimizde konaklamayı öğreniriz.”iii Bizler kendi tarihimizdeki, kendi kültürümüzdeki bir şeyleri unutmuş ya da umursamıyor olsak bile, şehir bize ısrarla hatırlatmak ister. Gaziosmanpaşa Mahallesi yiğitliği hatırlatır, bir zamanların Cenevizlilerini Galata Kulesi hatırlatır, büyük bir seferi Bağdat Caddesi hatırlatır. Şehir sinsidir, çakaldır, merhametlidir, şehir pek çok şeydir. Her yere sızmaya çalışır. Edebiyata sızarak Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’si yoluyla yakın geçmişimizdeki Doğu-Batı buhranlarımızı hiç unutturmaz. Şarkılarımıza sızarak “Kız sen İstanbul’un neresindensin?” diye sorar ve şehrin her semtinin romantizmini yaşatmaya çalışır. Sahnelere sızarak da Lüküs Hayat’ın içyüzünü şehir halkının suratına tokat gibi indirir. Şehrin yıkık surları yalnızca şehrin değil insanlığın da yorgunluğudur. Kediler, köpekler, kuşlar, tosbağalar tabiatın şehre emanetidir. Apartman bodrumundaki akrepse doğanın şehre saldığı öfkesidir. İnsanın acımasızlığıyla şehrin acımasızlığı eşdeğerdir. Şehirler insanlaştırılır, metaforların kıskacına alınır. Haydarpaşa Garı’nın basamaklarından “Yeneceğim seni İstanbul!” diye haykırdığımızda İstanbul’un şahsındaki kötü adamlara meydan okumuş oluyoruz. Gerçekte ise İstanbul’un bize garezi yoktur. Şehri güzelleştirmek de çirkinleştirmek de kendi elimizdedir. “Bir kültürel fenomenin veya anlamın içsel görünüşü, yani maddî olmayan yönü, maddileşebilir veya çok farklı maddî araçlarda kendini dışa vurabilir,” diyor sosyolog Fahri Atasoy.iv
Dışavurum olarak “şehir” her halükârda bir toplumun içsel kültürünün, iç dünyasının, arkaik çağlardan aktüel zamanlara yayılan psişik hayatının maddileşmiş yansımalarının bütünüdür. Muayyen bir milletin tarihsel macerası o milletin şehirlerinde envaiçeşitten ifadesini bulur. Mabetlerimizdeki kubbeler Türk kökenli de olsalar, melez bir medeniyet havzasının mirası da olsalar, konargöçer atalarımızın topak-evlerindeki kubbeleri anıştırdığı hasebiyledir ki Ayasofya’nın devasa kubbesi artık bizim kubbemizdir. Anadolu’nun her şehrindeki Selçuklu kapıları (dip kaynağına bakılmaksızın) Türk harsının kapılarıdır. Bir millet bir coğrafyayı bütün unsurlarıyla beraber fetheder, bütün birikimiyle birlikte vatan edinir. Foça veya Kalamış adlarının etimolojisine bakmaya hacet yoktur. Karaköy, Yeşilköy, Erenköy ne kadar Türk ise; Bergama, Tarabya, Erzincan da o kadar Türk’tür. Üsküp, Manastır, Musul, Kerkük hep bizim milliyetimizin kentleridir. Dışavurum söz konusu edildiğinde müspet ve menfi taraflarıyla muayyen bir milletin hem arazları hem erdemleri kendini açık eder. Bugünkü şehirlerimizdeki o sefil gecekondu semtleri milliyetimizin bugünkü arazlarından patlak vermiş çıbanlardır. Şehir gizlemez. Kimi olumsuzlukları gizliyor gibi görünse de aslında bu gizleyiş sadece biz insanların kendimizi aldatmaya yönelik kuruntularıdır. Şehir bir toplumun aynasıdır. Yabancılar o aynada bizi görürler ve fakat bizler aynı aynadan bakarken hoşluk taraflarımızı görmeye meylederiz. Şehrin çarpıklığı karşısında suçu otoriteye (resmî kurumlara) atarak vicdanımızı rahatlatırız. Oysaki o şehrin çarpık yapılaşmasında herkesin günahı bulunur. Hiç kimse beni kaçak kat çıkmaya zorlamıyor ama buradaki göstermelik suçlu o kaçak kata ruhsat veren kurumdur. Kısacası, şehrin çarpıklığı da şehrin estetiği de hepimizin müşterek tavrının ürünüdür.
“Yaşamak,” diyor Milay Köktürk, “anlamlı yaşamaktır, anlam yükleyerek yaşamaktır, yüklenmiş anlamları yaşamaktır.”v Millî kimliğimizle bir şehre yüklediğimiz anlam bizim müspet ve menfi yanlarımızın göstergelerini o şehrin yapısında maddileştirir. Çok kimse nezdinde İstanbul’un taşı toprağı altındır; şu halde çok kimse için İstanbul yalnızca para, şöhret ve zevk edinme yeridir. Bu anlamda İstanbul bir puttur ki açıktan açığa dünyalıktır. O kimseler indinde İstanbul’da ruh yoktur, mekân yoktur, zaman yoktur. O kimseler yeri geldiğinde İstanbul’u kolayca satabilirler, çünkü onlar İstanbul’a orospu muamelesinde bulunanlardır. Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’sinde işbu orospuluğu yakalayabiliyoruz. Esir Şehrin İnsanları’ndaki Rum fahişeyse Millî Mücadele kahramanlarına bilgi/belge aktaran bir gizli kahramandır. Ekmeğini yediğiniz şehre hangi anlamı yüklüyorsanız siz de o anlamın içindesinizdir. Sizin gözünüzde İstanbul’un maddî serveti mi yoksa manevî havası mı altındır? Üsküdar’ın türbelerine mi yoksa Beyoğlu’nun fâhiş dükkân kiralarına mı meftunsunuz? Körlemesine maddiyat içinde debelenenler şehrin zamanına vâkıf olamazlar. Konya’nın bin yıllık Türk zamanları para karşısında hiçliktir. Gelecekteki bin yılı Türklük lehine kazanmak isteyenler ise zamanın sahibidirler. Her ne kadar zaman dizginlenemez bir heyulâ olsa bile dem bu demdir. Geçmiş ve gelecek bizim yaşadığımız şehirde an itibarıyla beraberdir. Gözlerimiz kapalı olarak İstanbul’u (aslında herhangi bir şehri) dinlediğimizde bin yılın sesini işitebiliriz. Kâh mazideki bin yılın kâh istikbaldeki bin yılın sesini işitmek gözlerimizi yummakla mümkündür. Çünkü o yumuk gözlerin içimize akıttığı görüntülerde kendi milletimize has ülkülerin mukaddes sesleri yankılanmaktadır.
Metin Savaş
i Yılmaz Özakpınar, Hafıza Yanılmaları, sayfa 12, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2016
ii Alberto Manguel, Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir, sayfa 40, YKY, İstanbul 2016
iii Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, sayfa 30, İthaki Yayınları, İstanbul 2013
iv Fahri Atasoy, Sorokin’in Toplum Felsefesi, sayfa 55, Net Kitaplık Yayıncılık, Ankara 2017
v Milay Köktürk, Zaman Üzerine Felsefi Soruşturma, sayfa 25, Ötüken Neşriyat, İstanbul
Yorum Yazın