İstanbul
İnternet ve sosyal medya tarafından vaat edilen mükemmel dünya, bir yanıyla işler gibi görünürken diğer yanıyla insanlıktan neler götürdüğü ve sonuçlarının ne olacağı hâlâ tartışılıyor. İletişimin artık her zamankinden daha hızlı ve daha iyi olduğu bir gerçek. İnternet gündelik yaşantımızı kolaylaştırıyor, bilgiye her zamankinden çok daha çabuk ulaşıyoruz. Yıllardır görmediğimiz ilkokul arkadaşlarımızın çoluk çocuğa karıştığını tebessümle izlerken eski komşumuzun vefat ettiği haberini yine bu ortamlardan öğreniyoruz. İstanbul trafiğinde 5 dakika daha fazla kazanabilmek için, yola çıkmadan önce rotamızı bu sayede belirlerken anlık olarak gerçekleşen deprem bilgilerine yine bu yolla ulaşabiliyoruz.
Anlık mesajlaşmalarımızı, kişiselleştirilmiş haber kaynaklarımızı ve tek tıklamayla alışveriş yapmamızı sağlamak adına, farkında olmadan, şimdiye kadar kendimize sakladığımız kişisel bilgilerimizi hiç tanımadığımız büyük şirketlere kiralamayı kabul etmiş durumdayız.
Dolu tarafından bakarken bardağın boş tarafını görmek ve bu teknolojiler sebebiyle yakın zamanda birçok kötülüğe maruz kaldığımızın farkına varmak ise pek işimize gelmiyor. İnternet gerçeği her geçen gün daha fazla yüzümüze çarparken vazgeçemediğimiz bağımlılıklarımız arasında gidip geliyoruz. Anlık mesajlaşmalarımızı, kişiselleştirilmiş haber kaynaklarımızı ve tek tıklamayla alışveriş yapmamızı sağlamak adına, farkında olmadan, şimdiye kadar kendimize sakladığımız kişisel bilgilerimizi hiç tanımadığımız büyük şirketlere kiralamayı kabul etmiş durumdayız ve bugün dünya genelinde birçok internet kullanıcısı bilerek ya da bilmeyerek bu ortamların karanlık yüzüyle yüzleşiyor.
Çevrimiçi ortamlarda yaptığımız her şey (yani “dijital ayak izlerimiz”) Google, Amazon, Facebook ve Apple (GAFA) gibi şirketlerin kullanıcı verilerini işletme modellerinin temelini oluşturuyor. Dijital ayak izleri en genel tanımıyla, insanların internetteki etkileşimlerinden ortaya çıkan veriler olarak biliniyor. Arama motoru terimlerimizden arkadaşlarımızla gerçekleştirdiğimiz faaliyetlere kadar veya gitmek istediğimiz tatilden almayı planladığımız kahve makinesine kadar internetteki her etkinliğimiz kullanıcı veri stoku oluşturuyor. Büyük veri ise bilgisayarlar, mobil telefonlar gibi yeni iletişim teknolojileri üzerinden, özellikle Youtube, Facebook, Twitter ve Instagram gibi sosyal medya platformları aracılığıyla kullanıcılar tarafından üretilen verilerden oluşuyor.
Aslında geçtiğimiz son birkaç yılda büyük verilerin devasa boyutlara ulaşmasındaki en büyük etken, insanların gündelik yaşamdaki dijital faaliyetlerini kayıt altına alan internet şirketleri. İçerik algoritmalarını iyileştirmek, reklamları uyarlamak ve daha kişiselleştirilmiş deneyimler sunabilmek verilerle mümkün hele geliyor ve bu durum da bahsi geçen teknoloji devlerine büyük kolaylıklar sağlıyor. Örneğin Google günde yüzlerce petabyte (PB) veriyi kayıt altına alırken Facebook günlük verilerini ayda toplam 10 PB edecek şekilde oluşturuyor. 1 petabyte’ın 1024 terabyte’a eşit olduğu hatırlandığında, günlük verinin büyüklüğü anlaşılabilir. Özellikle sosyal medya platformları, çok sayıda kullanıcının eş zamanlı etkileşime girerek veri oluşturmasıyla gündeme geliyor. Fakat diğer taraftan bu verilerin kişisel ve mahrem bir nitelik taşımasıyla birlikte büyük bir soru işareti beliriyor. Sonuç olarak, büyük veri kaynağı olan sosyal medya platformlarının bu amaçla kullanılmasından dolayı birçok etik problem açığa çıkıyor.
Nasıl patlak vermişti?
Sosyal medya platformlarından toplanan veriler ilk olarak siyasi kampanyalara yardım sağlaması amacıyla kullanılmaya başlanmış, ABD başkanlık seçimlerinde Barack Obama’nın seçim kampanyasına bu veriler şekil vermişti. 2014 yılında Facebook’tan ciddi anlamda büyük bir veri kaynağı olarak yararlanılmıştı. Cambridge Üniversitesi Profesörü Aleksandr Kogan tarafından ABD seçmeni hakkında ayrıntılı bir psikolojik profil çıkarmayı amaçlayan bir anket uygulaması geliştirilmiş ve bu sayede milyonlarca kişinin cinsiyeti, siyasi görüşleri, dini inançları, özel yazışmaları, beğendikleri web siteleri ve profillerinde yer alan kamuya açık bilgilerine izinsiz olarak erişilmişti. Kogan daha sonra bu verileri, 2016 ABD seçimlerinde Trump kampanyasına milyarlarca dolar katkı sağlayan Robert Mercer’a ait Cambridge Analytica şirketine satmış ve şirket de bu verilerle etkili bir siyasi iletişim ve reklam kampanyası yürütmüştü.
Cambridge Analytica’nın İngiltere’deki Brexit sürecinde de oldukça etkili olduğu biliniyor. İngiltere’de Channel 4 News isimli bir haber kanalı tarafından yürütülen gizli bir araştırma sonucunda, Cambridge Analytica’nın Facebook kullanıcılarının verilerini nasıl kullandığı 2018 Mart ayında ortaya çıkmış ve şirketin CEO’su Alexander Nix, ellerindeki verileri kullanarak seçimlerde nasıl gizlice kampanya yürüttüklerini açıklamıştı. Cambridge Analytica davasında, seçmenleri Brexit ve Trump kampanyalarına yönlendirmek için kasıtlı olarak önyargı içeren özel içeriklerin üretildiği ortaya çıkmıştı.
Günümüzde birçok insan çevrimiçi ortamlardaki etkileşimlerin geride ne kadar bilgi bıraktığıyla ilgili bir fikre sahip değil. Oysa bu bilgiler devasa boyutlara ulaşarak biriktirilmekte ve büyük teknoloji şirketlerinin kullanımına sunulmakta. Bugün büyük veri, özelde bireyin ve genel anlamda toplumların mahremiyeti hakkında bilgilerin toplanmasına ve izlenmesine yol açıyor ve bu durum ciddi anlamda etik sorunların doğmasına sebep oluyor.
Bu gerçeğin anlaşılması adına atılan adımlardan biri Netflix’in son belgesel filmi The Great Hack. Milyonlarca Facebook kullanıcısının mahremiyetinin ihlal edilerek bilgilerinin siyasi bir kazanç uğruna nasıl sömürüldüğünü ve Cambridge Analytica skandalını öyküleyen belgesel, aslında bildiğimiz bir gerçeği bize anlatıyor
The Great Hack gerçeği
Veriler bugün dünyanın en değerli varlığı olma yolunda ilerliyor. Kültürel ve politik bir savaşı başlatmak ve bunu sürdürebilmek için kullanılan en büyük silahlardan biri “büyük veri”. Her ne kadar kendi isteğimizle ve kendi kararlarımızla hareket ettiğimize inansak da bu silahın ciddi anlamda milliyetçi duyguları alevlendirmeye yaradığı veya azınlıklara karşı nefreti körüklediği her geçen gün daha fazla anlaşılıyor. Bu gerçeğin anlaşılması adına atılan adımlardan biri Netflix’in son belgesel filmi The Great Hack. Milyonlarca Facebook kullanıcısının mahremiyetinin ihlal edilerek bilgilerinin siyasi bir kazanç uğruna nasıl sömürüldüğünü ve Cambridge Analytica skandalını öyküleyen belgesel, aslında bildiğimiz bir gerçeği bize anlatıyor. 2019 Sundance Film Festivali’nde prömiyer yapan belgesel İngiltere Parlamentosu’nda gerçekleşen son olayları konu ediniyor.
Ödüllü film yönetmenleri Karim Amer ve Jehane Noujaim'in son belgeseli olan The Great Hack Cambridge Analytica, Facebook veri skandalını ve veri sömürüsünün karanlık dünyasını gözler önüne seriyor. Belgesel bir yandan sosyal medyanın sismik dalgalarını keşfetme geleneğini sürdürürken diğer yandan internet ortamındaki gizlilik sınırlarımızın resmini çiziyor. Üç kişinin deneyimlerine ve tanıklıklarına dayandırılan belgeseldeki önemli isimlerden biri Brittany Kaiser. Geçmişte Barack Obama’nın seçim kampanyası için çalışan ve sonra Cambridge Analytica’ya katılan Kaiser, kendisini içeriden bilgi sızdıran bir çeşit “muhbir” olarak tanımlıyor. Cambridge Analytica’ya dava açarak kişisel verilerini geri almak isteyen David Carroll ise bir diğer isim olarak karşımıza çıkıyor. The Guardian’da araştırmacı gazeteci olarak çalışan Carole Cadwalldr ise Brexit kampanyalarında Cambridge Analytica’nın yaptığı çalışmaları anlatıyor.
The Great Hack’te arka planda devam eden ama hiç yorumlanmayan bir izlek var: Bugün bir skandal olarak bize sunulan bu yöntemlerin eski/konvansiyonel medya araçlarıyla ve yakın zamanlarda da yeni medya araçlarıyla zaten kullanılıyor olduğu. Hedef kitlelerin eğilimlerini keşfetmek, bu eğilimleri derinleştirmek ya da maniple etmek zaten her siyasal iletişim kampanyasının yapmaya çalıştığı şeydi. Fakat bugüne kadar kimsenin aklına bu yöntemlerin suç ya da gayriahlaki olduklarını iddia etmek gelmemişti. Peki, bugün değişen neydi?
Kabaca söylersek, (yukarıda da ayrıntılı olarak tarif ettiğimiz şekilde) sosyal medya, iletişimcilere hedef kitlelerinin her bir üyesinin verilerini çok daha ayrıntılı olarak elde etme şansı veriyor. Yürüttüğü iletişimin sonuçlarını çok daha hızlı ve ayrıntılı olarak görme imkânı da cabası. O halde gayriahlaki olan yeni durum ne? Geçmişte konvansiyonel yöntemlerle elde edilmeye çalışılan verilerin daha kolay elde edilmesi mi? Burada gayriahlaki ya da yasadışı olarak nitelendirilebilecek şey ancak kullanıcıların izni olmadan verilerinin tasnif edilmesi ve satılması olabilir. Oysa The Great Hack bundan çok, kitlelerin seçim ya da referandum kampanyalarında maniple edilmesine odaklanıyor. Peki, ama dün konvansiyonel medya araçlarıyla yapıldığında suç olmayan şeyler bugün neden büyük bir skandal olarak sunuluyor?
Bu soruların yanıtlarını yine belgeselde buluyoruz. Müstakbel müşterileriyle rahat bir ortamda gerçekleştirdikleri tanışma toplantısının gizli kamera kayıtlarında Cambridge Analytica yöneticileri eski tecrübelerini anlatıyor: “Malezya'da çalışıyoruz. Litvanya, Romanya, Kenya ve Gana'da çalıştık. Oh, Brexit kampanyası da var. Ama ondan bahsetmiyoruz. Tüh, yine kazandık!”
Yürütülen siyasal kampanyaların yanı sıra belgeselde psikolojik savaş faaliyetlerinden de bahsediliyor: “PSYOPS dedikleri şey bu; psikolojik operasyon yani. Bu, ordunun kullandığı bir terim. Savaş açmadan savaştıkları zaman yaptıkları şeyler bunlar. Yani aslında şöyle. Afganistan gibi bir yerde seçenekler şöyledir: Ya köyü bombalayıp dümdüz edersin ya da başka teknikler kullanarak onları ikna edip ‘Taliban pek iyi değilmiş, onlar olmasa daha iyi olurdu’ dedirtirsin”.
Cambridge Analytica’nın yan kuruluşu olduğu SCL (Stratejik İletişim Laboratuvarları) ise belgeselde şöyle tanımlanıyor: “SCL işe ordunun taşeronu olarak başladı: SCL Savunma. Bayağı büyük bir savunma işimiz var. İngiltere ordusunu, donanmasını, ABD ordusunu ve özel hareket timlerini eğitiyoruz. NATO, CIA, Dış İşleri Bakanlığı ve Pentagon'a eğitim veriyoruz”. Peki, SCL bu kurumlar için ne yapmış dediğimizde ise yaptıkları işi şöyle tanımlıyorlar: “Araştırma vasıtasıyla düşman kitlelerinde davranış değişikliği oluşturuyoruz. 14 ila 30 yaş arasındaki Müslüman gençleri El Kaide'ye katılmamaya nasıl ikna ederiz? Yani özünde iletişim savaşı”. Yine belgeselden öğrendiğimiz kadarıyla bu insanlar Afganistan'da, Irak'ta ve Doğu Avrupa'da birçok yerde çalışmışlardı. Kitlelerde davranış değişikliğini hedefleyen bu yöntemler bugüne kadar suç sayılmak bir yana, İngiltere ve ABD devletleri için kullanılmıştı.
Fakat işin rengini değiştiren şey seçimlerde enformasyon savaşına başlamaları olmuştu. Oysa kullanılan yöntemler hep aynıydı: “Cambridge Analytica/SCL'nin gelişmekte olan ülkelerde yaptıkları tüm kampanyalar yeni bir teknolojinin ya da “numaranın” egzersiziydi. İnsanları ikna etmenin, seçmenleri oy vermemeye ya da vermeye ikna etmenin... Sonra tabii ‘Tamam, bu işi çözdük: Sıra İngiltere ve Amerika'da’ dediler”.
Onların sonlarını getiren de bu olmuştu. Fakat anlaşıldığı kadarıyla tabutlarına son çiviyi çakan şey sadece “üçüncü dünyada” kullandıkları yöntemleri, ABD ve İngiltere’ye taşımaları değil, kutuplaşmış bu ülkelerde “doğru” taraf için çalışmamalarıydı. Cambridge Analytica yöneticisi Alexander Nix, İngiltere parlamentosunun medya komitesi karşısında ifade verirken “Peki ya kurban bensem?” diye soruyor, “Tüm bu soruşturmalar son bulmaya başladığı zaman, herkes aslında bizim Trump kampanyasına katkıda bulunduğu söylenen, aynı zamanda doğru olmasa bile Brexit'in mimarları olduğu söylenen ve bu iki siyasi kampanyanın kutuplaştırıcı etkileri nedeniyle küresel liberal medyanın öfkesini çekip onlar tarafından hedefe konulan, koordine saldırılarla şirketleri, işleri ve şöhretleri yerle bir edilmiş birileri olduğumuzu fark ederse ne olacak?”
Bizim yukarıda sorduğumuz soruların yanıtını Alexander Nix veriyor: Trump yerine Hillary Clinton için çalışmış olsalardı bir başarı hikâyesi olarak belgesellere konu edilecek “stratejik iletişim” faaliyetleri bugün bir suç, en hafifinden gayriahlaki bir iş olarak önlerine konuluyordu. “Küresel liberal medyanın” The Great Hack belgeseli marifetiyle hem Cambridge Analytica’ya hem de onun müstakbel takipçilerine verdiği örtük mesaj muhtemelen şuydu: “Bizim yüzyıllardır inşa ettiğimiz ağ vasıtasıyla ancak yürütebildiğimiz manipülasyon faaliyetlerini, bu kadar ucuza mal edip hem de bizim onaylamadığımız müşterilere satamazsınız!”
Doç. Dr. Berrin Kalsın İstanbul Medipol Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğretim üyesidir.
Yorum Yazın