15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNDEN 2 YIL SONRA: DAHA SAĞLIKLI BİR ANLAYIŞ İHTİYACI
Türkiye’deki siyasi gelişmeler Belçika dahil Avrupa medyasında uzun bir süredir yoğun bir şekilde, ancak oldukça negatif bir çerçevede işlenmektedir. Esasen, Türkiye gibi jeo-stratejik öneme sahip, Avrupa Birliği üyeliğine aday bir ülkedeki gelişmelerin Avrupa basınında ilgiyle takip edilmesi çok normaldir. Ancak, bahsettiğim olumsuz yaklaşımın son dönemde ve özellikle de 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişiminin ardından ciddi bir yoğunluk kazandığı dikkat çekmektedir. Gerçekten de, son iki yıldır Türkiye’de atılan hemen her adım, basında, ülkede demokrasinin gerilemekte olduğu ve Türkiye’nin AB’den uzaklaştığı şeklinde yansıtılmaktadır. Bu durum tabiatıyla Avrupa ülkelerindeki kamuoylarının Türkiye’ye yaklaşımını da son derece olumsuz etkilemektedir.
Gelinen noktada, daha ziyade bilgi ve diyalog eksikliğine dayandığını düşündüğümüz bu yanlış algılama ve takdimin bir an evvel düzeltilmesi ve Türkiye’ye yönelik olarak daha sağlıklı bir anlayışın geliştirilmesi son derece büyük önem taşımaktadır. Zira, günümüzde terörizmden göç krizine kadar Türkiye-AB ilişkilerinin birçok konuda ne kadar hayati bir önemi haiz olduğu göz önünde tutulduğunda, Türkiye ile Avrupalı ortak ve müttefikleri arasında böylesine zararlı bir sanal ortamın sürmesine izin verilmemesi gerektiği açıktır.
Bu çerçevede, Türkiye’de yaşanan gelişmeleri doğru bir perspektife oturtmak için Avrupa kamuoyları tarafından daha iyi anlaşılması şart olan 15 Temmuz darbe girişiminin bugün 2. yıldönümünü idrak ediyor olmamızın da, böyle bir ortak değerlendirmeyi yapmak ve karşılıklı olarak birbirimizi daha iyi anlamak için bize belki de en uygun zamanlamayı sunduğuna inanıyorum.
Bu doğrultuda, öncelikle, 15 Temmuz 2016 tarihinde neler yaşandığını kısaca hatırlamakta fayda bulunmaktadır. En basit anlatımıyla, o gece, yıllar boyunca başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere birçok devlet kurumuna gizlice sızmış bir terör örgütünün mensupları, demokratik yollardan seçilmiş hükümeti silah zoruyla devirmek ve devletin yönetimini ele geçirmek için kanlı bir darbe girişimine kalkışmışlardır.
Gizlice sızmışlardır diyorum, zira, geçmişteki yasadışı faaliyetleri ve darbe girişiminin ardındaki rolü ortaya çıktıkça bir terör örgütü olduğu hususunda artık hiçbir kuşku kalmayan Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) uzun yıllar kendisini içeride ve dışarıda eğitim, yardım ve diyalog odaklı bir dini cemaat/STK olarak göstermeyi başarmış ve mensuplarının birçok devlet kurumuna kuşku uyandırmadan sızmasını da bu sayede maskelemiştir.
Ancak, geçmişte neyin nasıl yapıldığından bağımsız olarak, 15 Temmuz 2016 gecesi sarih bir şekilde ortaya çıkan tablo, ABD’de yaşayan bir sözde İmam tarafından yönetilen bu örgütün on yıllar boyunca başta ordu, polis, yargı ve eğitim camiası olmak üzere devletin neredeyse her kurumuna gizlice sızdığı ve 2013-2016 yılları arasında artan şekilde deşifre olduğunu farketmesi sonucunda da, son çare olarak ordu içindeki unsurlarını kullanarak darbe yoluyla devleti ele geçirmeye çalıştığıdır.
Bunu yaparken de, demokrasiyi korumak için sokaklara dökülen milyonlarca sivilin üzerine tanklarını sürmekten, iktidarı ve muhalefeti ile darbeye karşı tek yumruk olarak toplanan parlamentoyu oturum halindeyken bombalamaktan ve 250 masum insanı hiçbir ayrım gözetmeksizin öldürmekten çekinmemiştir. Ancak, Türk milleti o gece ortaya koyduğu kahramanca mücadele ile darbe girişimini başarısızlığa uğratmış ve yüzlerce masum insanın ölmesi, binlercesinin de yaralanması pahasına devletine ve demokrasisine sahip çıkmıştır.
Ancak, Türk milleti o gece sadece Türk demokrasisini korumakla kalmamış, aynı zamanda dini siyasete ve şiddete alet etmekten çekinmeyen iki yüzlü karanlık bir örgütün Türkiye’yi ele geçirmesi halinde bölgemizde ve ötesinde oluşabilecek büyük tehlikeleri de önlemiş ve böylece bölgesel ve küresel istikrarın muhafazasına da önemli bir katkı yapmıştır.
15 Temmuz darbe girişimini bu şekilde gerçek kontekstine oturttuğumuzda ve o gece yaşananları daha geniş bir resmin içinde görebilmemiz halinde, inanıyorum ki, Türkiye’nin bu darbeyi gerçekleştiren FETÖ ile mücadelede attığı adımları anlamak da daha kolay olacaktır. Zira, böyle bir tehditle karşı karşıya kalan hiçbir devletin sadece o gece sokakta ellerine silah verilmiş piyonların yargılanmasıyla yetinmeyeceği ve bu örgütü tüm unsurlarıyla çökertmek ve adalet önüne çıkartmak için her türlü çabayı sarfedeceği açıktır.
İşte Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 tarihinden bu yana yaptığı da tam olarak budur. Bir başka deyişle, sadece o gece sokaklarda halkın üzerine ateş kusan teröristleri yargılamakla kalmıyor, aynı zamanda, FETÖ’ye bilerek ve inanarak fikri ve maddi destek sağlayan tüm örgüt üyelerinin de adalet önüne çıkartılması için çalışıyoruz. Bu, tabiatıyla, devlet kurumlarına ve bugünkü mevkilerine sadece FETÖ üyeliği sayesinde gelmiş ve liyakati bu örgüte ait olan kamu görevlilerini de, basın, akademi, iş veya siyaset dünyasındaki konumlarını terör örgütünün eylemlerine meşru bir zemin sağlamak için kullananları da kapsamaktadır.
Esasen, Türkiye’nin gösterdiği bu tepki dünyada emsalsiz de değildir. Örneğin, Belçika’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında o dönemdeki nüfusunun % 5’i hakkında savaş sırasındaki bazı faaliyetleri nedeniyle kovuşturma başlatmış olması veya Soğuk Savaş’ın bitimiyle Batı ve Doğu Almanyaların birleşmesi sonrasında Doğu Almanya’daki yarım milyon insanın işinden atılması da, ülkelerin olağanüstü durumlarda halkın huzuru ve devletin güvenliği için kapsamlı tedbirler alabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.
Kaldı ki, 15 Temmuz 2016 sonrasında Türkiye’de bu çerçevede atılan her adım, Avrupa Konseyi’nin de bilgisi dahilinde tam bir şeffaflık içinde ve hukukun üstünlüğüne uygun şekilde yapılmıştır. Bu bağlamda, Olağanüstü Hal uygulaması da, insanların temel hak ve hürriyetlerini kısıtlamak için değil, aksine, FETÖ’yle mücadelede gerekli adımların atılması ve halkın kendini güven içinde hissetmesi için devlet mekanizmasının daha hızlı çalıştırılması amacına yönelik olarak ilan ve icra edilmiştir. Keza, bu dönemde hakkında kovuşturma başlatılan her vatandaşımız, hukuk devleti ilkeleri ile uyumlu olarak kendisiyle ilgili tüm işlemlere dair itiraz ve temyiz mekanizmalarından yararlanmış ve yararlanmaktadır.
Nitekim, tehdidin büyüklüğüne kıyasla nispeten kısa sayılabilecek iki yıl gibi bir süre içinde, hemen hemen tüm idari ve hukuki yargı süreçleri artık tamamlanma noktasına gelmiş, bu süreçte, cezaya çarptırılanlar kadar, binlerce insan da beraat etmiş veya itirazlarında haklı bulunarak işlerine geri dönmüş, yapılan işlemler nedeniyle şu veya bu şekilde mağdur olanların hakları iade edilmiştir. Keza, münhasıran FETÖ ile mücadele amaçlı olarak ilan edilen OHAL’in de, bu yönde kat edilen önemli mesafe ışığında kaldırılmasına karar verilmiştir.
Neticede, üzerinden iki yıl geçtikten sonra bugün gelinen noktada, 15 Temmuz darbe girişiminin gerçek ve büyük bir tehlike olduğu ve sadece Türkiye’nin değil esasen bütün dünyanın o tarihte bir uçurumun eşiğinden döndüğü açıktır. Her ülkenin yapacağı gibi Türkiye de karşı karşıya kaldığı bu büyük tehditle kapsamlı ve kararlı bir şekilde mücadele etmiştir. Bunu da hukukun üstünlüğünden sapmadan yapmıştır. Bu olağanüstü dönemde elbette bazı hatalar olmuştur, ancak bunların hepsi yine hukukun içinde çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Ve bugün bu mücadelede önemli bir mesafe artık geride bırakılmış, normalleşme dönemine girilmiştir.
Bu süreçte eksikliğini en çok hissettiğimiz husus ise, Batılı dost ve müttefiklerimizin gerek hükümet kanadında, gerek medya ve kamuoyları boyutunda Türkiye’ye ve Türk halkına gereken anlayış ve dayanışmayı gösterememiş olmasıdır. Gerçekten de Türkiye bu dönemde kendisini yalnız hissetmiştir. Batılı dostlarımızın, demokrasimizi ve bekamızı tehdit eden terör örgütünü kınamaktan ziyade, bu örgütle mücadelede attığımız adımları bazen yapıcı eleştiri sınırlarının dışına da çıkan bir üslupla suçlaması ve bunu aramızdaki diyalog kanallarını işletmeden tek taraflı bilgilere dayanarak yapması bizi derinden üzmüştür. Oysa, gerçek amaç ve gündemini dünya üzerinde 160’a yakın ülkede bulunan okul ve diğer kuruluşları ile maskeleyen FETÖ, sadece Türkiye için değil, faaliyet gösterdiği tüm ülkeler için ciddi bir tehdit ve tehlike teşkil etmektedir.
Ancak, zaman artık geriye değil ileriye bakma zamanıdır. Zira, Türkiye dahil tüm Avrupa-Atlantik camiasını aynı derecede ilgilendiren ciddi sınamalarla karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır. FETÖ ve PKK dahil terörizmle mücadeleden Orta Doğu’daki ihtilaflara, kitle imha silahlarının yayılmasından göç krizine, uluslararası serbest ticaretin geleceğinden siber güvenliğe kadar birçok konu, bizleri yakın bir işbirliği içinde olmaya zorlamaktadır.
Nitekim, Türkiye’de 24 Haziran’da gerçekleştirilen seçimler neticesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında kurulan yeni hükümet, başta AB olmak üzere ortak değer ve idealleri paylaştığımız Batılı dost ve müttefiklerimizle böylesine bir işbirliğini en etkin şekilde hayata geçirmek ve müşterek geleceğimizi birlikte kurmak yönünde açık bir irade beyanında bulunmuştur. Bu yeni dönemde, ön yargıları ve yanlış algıları geride bırakarak, karşılıklı diyalog ve anlayış içinde halklarımızın yararına ortak bir vizyonu beraberce hayata geçireceğimizi ümit ediyor ve buna gerçekten inanıyorum.
Yorum Yazın