Çocukluğumuzun Sıcak Sokak Oyunları:Mutluluğun Peşinde
Hadi gelin, hep birlikte zamanı durduralım ve çocukluk günlerimize geri dönelim. Bu satırları yazarken bile içim kıpır kıpır oluyor, yüreğim huzur doluyor. Ne güzel anılardı onlar. Çocukken sokakta oynadığımız oyunlar, hayatımızın en keyifli ve saf dönemleriydi. O zamanlar teknoloji bu kadar yaygın değildi; elimizde ne tablet vardı ne de cep telefonu, ama yine de saatlerce eğlenirdik. Sokaklar bizim oyun alanımız, arkadaşlarımız en iyi sırdaşlarımızdı. Şimdi dönüp baktığımda, o günlerde ne kadar da mutlu ve huzurlu olduğumuzu daha iyi anlıyorum. Belki de o zamanların saf, masum neşesini şimdi bulamıyorum.
Mesela okkel oynardık; avuçlarımızın içinde sakladığımız küçük taşlarla, dikkatlice belirlediğimiz daire içine taş atma oyunu. Herkes sırasını sabırsızlıkla bekler, en iyi atışı yapıp arkadaşlarını yenmek için uğraşırdı. O anlarda hepimiz, sanki büyük bir turnuvada yarışıyormuşuz gibi ciddiyetle oynardık. Aslında hepimiz küçük kahramanlardık. Her taş atışı, her zafer çığlığı, çocukluğumuzun ne kadar değerli ve anlamlı olduğunun bir kanıtıydı.
Yakar top ise bambaşka bir heyecandı. Topu elimize aldığımızda içimizde bir enerji dalgası hissederdik. Topu arkadaşlarımıza fırlatırken heyecanla bağırır, kaçarken kahkahalarla gülerdik. Her yakaladığımızda bir zafer kazanmış gibi sevinirdik. Oysa çocukken bir gülüş, bir kahkaha her şeyden daha değerliydi.
Çizgi oyunu oynarken kaldırım taşlarının üzerindeki o kocaman beyaz çizgilere basmamaya çalışırdık. Dengenin bir an bile kaybolmaması için uğraşırdık. O çizgiler arasında yürürken, sadece ayaklarımızı değil, hayatı da dengelemeye çalıştığımızın farkında değildik. Şimdi ise hayat daha karmaşık, o basit çizgilerden çok daha zor sınavlarla dolu. Ama belki de o oyunlar, hayatın dengesini bulmamız için bize küçük birer ders niteliğindeydi.
Kör ebe oyunu, gözlerimiz kapalıyken etrafta koşan arkadaşlarımızı yakalamaya çalıştığımız o tatlı telaştı. Şimdiki gibi gözlerimizi ekrana değil, hayatın içine kapatırdık. Herkesin farklı bir enerjisi, farklı bir heyecanı vardı. Ellerimizle havada arayışa çıkarken, içimizde bir an önce birine dokunmanın heyecanı vardı. Oysa o günlerde, bir arkadaşımıza dokunmak, onun varlığını hissetmek en büyük mutluluktu.
Uzun eşek oynarken sırayla arkadaşlarımızın sırtına atlayıp, dengeyi bozmamaya çalışırdık. Oyun, dayanışma ve güvenin sembolüydü. Şimdiki gibi bireysel başarılar peşinde değil, hep birlikte bir denge kurmaya çalışırdık. Birlikte güçlüydük, birlikte dengedeydik. Şimdi ise, sanki herkes kendi dünyasında, kendi dengesini bulmaya çalışıyor.
İstop oynadığımızda topu havaya atıp birinin adını söyler, o kişinin topu yakalamasını beklerdik. Topu yakalayamayanlar ise hızla kaçardı, çünkü topu elinde tutan kişi onu yakalayıp vurmak için peşlerinden koşardı. Bu basit oyunun ardında bile hayatın bir gerçeği vardı: Hızlı olmalısın, dikkatli olmalısın, bazen de kaçmalısın. Şimdi ise, kaçacak yer kalmadı gibi hissediyorum. Hayatın hızında kaybolmuş gibiyiz.
Yakalamaca oyunu, basit ama bir o kadar da eğlenceliydi. Koşar durur, bir yandan yakalanmamaya çalışırken bir yandan da arkadaşlarımızı yakalamaya çalışırdık. Nefes nefese kalana kadar koşar, yorulunca hep birlikte yere oturur ve bir sonraki oyuna geçerdik. O anlarda hayatın tüm yorgunluğunu atar, bir sonraki oyunda tekrar can bulurduk. Şimdi ise, nefes nefese kalmak yerine tükendiğimizi hissediyoruz. Belki de durup dinlenmeyi, o eski günlerdeki gibi bir anlığına soluklanmayı unuttuk.
Beş taş oynamak da bambaşka bir keyifti. Beş küçük taşın elden ele, havada uçuştuğu, dikkat ve ustalık gerektiren bu oyun, çocukluğumun en özel anılarından biriydi. O taşları havada çevirmek, birer birer toplamak, sanki dünyayı yönetmek gibi bir his verirdi bana. Elime aldığımda taşlar, sadece bir oyun aracı değil, aynı zamanda birer hazine gibiydi. Beş taşı, ne kadar iyi oynarsak, o kadar mutlu olurduk. Şimdi düşünüyorum da, o taşlar belki de hayatın küçük ama önemli parçalarını temsil ediyordu. Her bir taşı ustalıkla topladığımızda, sanki hayatın tüm zorluklarını da bir araya getirip kontrol altına alıyorduk. O günlerde beş taş oyunu, bana kendime güvenmeyi ve küçük başarılarla mutlu olmayı öğretti.
Dalya, heyecan dolu bir kaçma ve kovalamaca oyunuydu. Taşlar bir daire içinde üst üste dizilir, bir grup taşları devirip kaçarken diğer grup onları topla vurmaya çalışırdı. Kaçan grup, hem vurulmamak hem de taşları tekrar dizmek zorundaydı. Vurulan oyuncu oyundan çıkarken, topu havada yakalayanlar vurulmuş sayılmazdı. Kaçanlar, topu uzağa fırlatarak taşları dizmek için zaman kazanmaya çalışırdı. Dalya, hem hız hem de strateji gerektiren bir oyundu ve her seferinde büyük bir heyecan yaşatırdı. Şimdi ise, hayatın getirdiği yükler altında kaçarken, taşlarımızı tekrar nasıl dizmemiz gerektiğini bulmaya çalışıyoruz.
Kulaktan kulağa, söylenen bir cümlenin nasıl değişebileceğini bize öğretirdi. Bir kişi cümleyi fısıldar, diğerleri ise duyduklarını bir sonraki kişiye aktarmaya çalışırdı. Son kişiye ulaşan cümle ise genellikle bambaşka bir anlam kazanmış olurdu. Bu oyun bile aslında bize iletişimin ne kadar önemli olduğunu gösterirdi. Şimdi ise iletişimimiz, gerçek duygularımızı yansıtmaktan uzak. Belki de o günlerde öğrendiğimiz dürüst iletişim becerilerini tekrar hatırlamamız gerekiyor.
Ve tabii ki, kız arkadaşlarımızla evcilik oynardık. Oyuncak bebeklerimizi elimize alır, onlara anne rolü üstlenir, yemek yapar, onları uyuturduk. Hayal gücümüz sınırsızdı; bir bez parçasından elbise, bir kutudan ev yapardık. Bazen bir ağacın altı, bazen bir köşe başı bizim evimiz olurdu. Şimdi ise, gerçek hayatın sorumlulukları altında sıkışıp kaldık. O günlerdeki hayal gücümüz, belki de bugünün sorunlarını çözmek için ihtiyaç duyduğumuz şey.
O kadar kendimizi kaptırırdık ki oyuna, susar veya acıkırdık ama bu hisleri bile unuturduk. Ama bazen susuzluktan ya da açlıktan dayanamayacak hale gelirdik. İşte o zaman hepimizde bir endişe baş gösterirdi; ya eve gidersek ve annemiz bizi bir daha dışarı göndermezse? Bu korku içimizi sarardı. Çünkü eve bir kez girdik mi, annemizin bizi tekrar dışarı bırakmama ihtimali her zaman vardı. Bu yüzden çoğu zaman açlığa ve susuzluğa son ana kadar dayanmaya çalışır, oyunumuzun yarım kalmasından korkardık. Şimdi ise, dışarı çıkmak yerine evlere kapanmış durumdayız. Oysa o günlerde dışarıda olmanın, arkadaşlarla olmanın değeri her şeyden üstündü.
Bu oyunlar, sadece eğlence değil, aynı zamanda bizlere paylaşmayı, sabretmeyi, takım olmayı, hatta bazen kaybetmeyi ve tekrar denemeyi öğretti. O günlerin hatırası, bugün bile içimizi ısıtıyor. Teknolojinin olmadığı, sokakların güvenli, arkadaşlıkların ise en değerli olduğu o günlerde büyümüş olmak, ne büyük bir şans! Bizler, gerçekten mutlu çocuklarmışız. Şimdi ise, dışarı çıkmak yerine evlere kapanmış durumdayız. Oysa o günlerde dışarıda olmanın, arkadaşlarla olmanın değeri her şeyden üstündü.
Bu oyunlar, sadece eğlence değil, aynı zamanda bizlere paylaşmayı, sabretmeyi, takım olmayı, hatta bazen kaybetmeyi ve tekrar denemeyi öğretti. O günlerin hatırası, bugün bile içimizi ısıtıyor. Teknolojinin olmadığı, sokakların güvenli, arkadaşlıkların ise en değerli olduğu o günlerde büyümüş olmak, bizler için ne büyük bir şansmış.
Bizler, gerçekten mutlu çocuklarmışız. Şimdi ise, o masum ve saf günleri hatırlayıp içimizde bir yerlerde o eski günlerin sıcaklığını arıyoruz. Keşke zaman geri dönse ve o eski oyunların içinde, o eski sokaklarda bir kez daha kaybolsak.
O günlerin sıcaklığı, masumiyeti ve saf neşesi hepimizin yüreğinde bir yerlerde saklı kaldı. Belki de bu yüzden zaman zaman çocukluğumuzu hatırlamak, o sokak oyunlarının içinde kaybolmak istiyoruz. Çünkü orada, sadece oyun değil, gerçek mutluluğun peşinde koştuğumuzu biliyoruz. Geçmişe dönemesek de, o anıları içimizde yaşatarak, bugünümüzü biraz daha anlamlı ve huzurlu kılabiliriz. Ve belki de, yeniden o masum günlerin sıcaklığını buluruz.
Tüm okurlarıma huzurlu günler diliyorum.
Fikriye Ayrancı Keper
Belçika-Genk
Yorum Yazın
Facebook Yorum