Dünya nereye gidiyor?
1978 yılında başlattığı kalkınma hamlesinin birinci aşamasını başarıyla tamamlayan Çin devleti, ikinci aşamada uzun vadeli stratejik çıkarlarını korumak adına kısa vadeli ekonomik avantajlarından vazgeçme politikası uygulamaktadır. Bu politikada güdülen temel esas ABD ile olan çatışma sürecinde müttefiklere ihtiyacı olduğu gerçeğidir. İngiltere'nin yeni Genelkurmay Başkanı General Sir Patrick Sanders'ın olası bir dünya savaşı uyarısını ciddiye almalı mıyız? Soğuk Savaş bitmiş olmasına rağmen, pratikte Sovyetlerin çöküşünden yaklaşık otuz yıl sonraki süreçte hem Rusya hem de Batı aynı politikalarını başka kavramlar altında devam ettirmektedir.
Ukrayna savaşı ile birlikte Soğuk Savaş sonrası oluşan ABD merkezli tek kutuplu dünya düzeninin sarsıldığı iddiası artık daha da yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandı. Bu bağlamda Ukrayna savaşı ile birlikte artık büyük bir kırılma yaşandığı öne sürüldü ve bu savaşın nasıl sonuçlanacağına dair farklı senaryolar konuşuldu. Nitekim geçtiğimiz günlerde İngiltere'nin yeni Genelkurmay Başkanı General Sir Patrick Sanders endişe verici bir açıklamada bulunarak 3. Dünya Savaşı'nın çıkabileceğine dair uyarıda bulundu. İngiliz basını General Sanders'ın sözlerini "İngiltere Ordusu'nun yeni komutanı askerlere 3. Dünya Savaşı'nda Rusya ile savaşmaya hazır olun" dedi şeklinde haberleştirdi.
Uluslararası ilişkileri yakından takip edenlerin uzun zamandan beri tespit ettikleri bir gerçek var. Buna göre bazıları Çin'in ekonomik olarak yükselmesi ile birlikte orta vadede Çin ile ABD arasında bir çekişmenin hatta savaşın yaşanabileceği varsayımını uzun zamandır iddia etmekteler. Nitekim Harvard Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Graham Allison'ın 2017 yılında kaleme aldığı kitabın başlığı şöyledir: "Destined for War: Can America and China Escape Thucydides's Trap?" yani Türkçe ifade edecek olursak, "Kaçınılmaz Savaş: Amerika ve Çin Tukidides Tuzağından Kurtulabilirler mi?" Allison, M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış ünlü devlet adamı ve tarihçi Tukidides'in Atina ve Sparta arasında yaşanan savaşı tetkik ettiği Peloponnessos Savaşları eserinden esinlenerek kaleme aldığı bu çalışmasında bu eserden istifade ederek günümüz ABD-Çin ilişkilerine ışık tutmaya çalışmıştır. Son beş yüzyılda dünyada hüküm süren "dominant güçlü devletler" ile "yeni yükselen güçlü devletler" arasındaki mücadelenin savaş ile sonuçlanıp sonuçlanmadığını araştıran Alison çalışmasında on altı örneğe yer vermiş ve bu on altı örneğin on ikisinde savaş çıkarken dördünde ise savaş çıkmadığını belirtmiştir. Bu sonuçtan yola çıkarak bu ülkeler arası savaş çıkma ihtimalinin yüzde yetmiş beş civarı olduğu söylenebilir.
Savaş ihtimalinin ötesi
Fakat bu istatiksel bilgiden yola çıkarak benzer özelliklere sahip ülkeler arası çıkabilecek olası savaş ihtimallerinden ziyade, son yıllardaki Çin-ABD ilişkilerini gözlem altına almak ve bu ilişkiler bağlamında önemli bir konumda olan Rusya ve Avrupa'yı da kapsayan geniş bir analiz yapmakta fayda görülmektedir. Bahsi geçen ülkelerin birbirlerine yönelik faaliyet ve hamlelerine dair ancak etraflı bir değerlendirme sonrası öngörüde bulunulabilir.
Alternatif kutup
Bu bağlamda Çin'in ana stratejisinin Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu bir yapıya bürünen 21. yüzyıl dünyasında alternatif bir kutup oluşturarak uzun vadede Çin merkezli bir sistem inşa etmek olduğunu söylemek gerekir. Bu amaca giden yolda Çin'in uygulamaya koyduğu politikalardan bir tanesi de ithalata bağımlılığı azaltarak ihtiyaç duyulan ürünlerin ülke içinde üretimini sağlayıp Çin'i dünyadan bağımsız hale getirmektir. Ayrıca tedarik zincirleri, sahip olduğu nadir madenler ve yapay zekâ ile üretilen ürünler üzerinden dünyayı kendisine bağımlı hale getirmeye çalışmaktadır. Tayvan'a elçilik açma izni veren Litvanya'ya uyguladığı ağır yaptırımlar gerek gördüğü noktalarda bu bağımlılığı kendi çıkarları için nasıl kullanabileceği noktasında örnek teşkil eder/örnek gösterilebilir.
1978 yılında başlattığı kalkınma hamlesinin birinci aşamasını başarıyla tamamlayan Çin devleti, ikinci aşamada uzun vadeli stratejik çıkarlarını korumak adına kısa vadeli ekonomik avantajlarından vazgeçme politikası uygulamaktadır. Bu politikada güdülen temel esas ABD ile olan çatışma sürecinde müttefiklere ihtiyacı olduğu gerçeğidir.
Bilindiği üzere Rusya ve Çin 4 Şubat tarihinde yaptıkları açıklamada karşılıklı desteklerini dile getirerek birbirleriyle dayanışma içinde olduklarını bildirdiler. Ancak Ukrayna savaşının arifesinde yapılan bu açıklama dünya kamuoyunda pek de yankılanmadı. Hatta uluslararası camia Çin'den savaşı bitirebilecek bir aracı rol üstlenmesini bekledi. Fakat süreç içinde görüldü ki savaşı bitirme gibi bir niyeti olmayan Çin, Rusya'ya olan desteğini daha da görünür bir hale getirdi. Savaş başladıktan sonra Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü yaptığı açıklamada Rusya'nın Batı tarafından sıkıştırıldığını ve savaşın bu sebeple çıktığını belirterek Rusya'nın Ukrayna'ya açtığı savaşı meşru gördüklerini dile getirdi. Bu politikaların ABD ile günün sonunda hesaplaşacağını bilen Çin'in Suriye'de, Libya'da aktif rol oynayan, nükleer silahlara sahip BM Güvenlik Konseyi üyesi bir aktör olan Rusya gibi önemli bir müttefike duyduğu ihtiyaç sonucu olduğu ortadadır.
ABD'nin Çin politikaları karşısındaki tutumuna bakmak resmi daha bütünlüklü okumak için gereklidir. ABD'nin, Çin'in iddialı ve yer yer agresif politikasına daha rafine bir strateji ile cevap vermeye çalıştığı ve Çin ile olan ilişkisini bir güç mücadelesinden ziyade, etrafına müttefik toplayabilmek için yeni bir paradigma (narrative) etrafında şekillendirdiği görülmektedir. Bu anlamda ABD'nin yeni hikayesini demokrasiler ile otoriterlerin mücadelesi çerçevesinde kurguladığını söylemek yanlış olmaz. Fakat burada da pragmatik bir politika izleyen ABD, Çin'e karşı müttefik arayışında olan Vietnam ve Tayland gibi otoriter ülkeler ile, Filipinler ve Hindistan gibi illiberal demokrasilerin Çin ile olan husumetinden faydalanarak ittifak yapma amacı gütmektedir.
Diğer taraftan Çin'i tümü ile çevreleyerek ve baskı altına alarak durduramayacağının bilincinde olan ABD, uluslararası ilişkilerde özellikle yenilenebilir enerji konularında ihtiyacı olduğu Çin'i stratejik bir rakip olarak algılayarak Çin'in şu an ABD'nin kontrolündeki uluslararası sistemi domine etmesini engellemek istemektedir. Uluslararası sistemdeki dominantlığını koruyabilmek için teknolojik üstünlüğü elinde bulundurması gerekliliğinin farkında olan ABD özellikle Biden döneminde yeni bir program çerçevesinde teknolojik çalışmalara trilyon doları aşan yatırımlar yapmaktadır. Yine Çin'in teknolojik üstünlüğü ele geçirmesini engellemek için Huawei gibi yetmiş civarında Çin kökenli teknolojik şirkete ambargo uygulamakta, ayrıca Batılı şirketlerin de Çin'e yapacağı kritik teknolojilerin ihracatını kısıtlamaktadır.
Çin'in ekonomik anlamda ABD'ye rakip olup uluslararası sistemde dominant olmasının önüne geçmek isteyen ABD aynı zamanda Pasifik'te Çin etkinliğini azaltmak için Hindistan, Japonya ve Avustralya ile Quadrilateral Security Dialogue (QUAD) isimli bir yeni platform oluşturdu. Ayrıca İngiltere, Avustralya ile AUKUS isimli başka bir iş birliği ortamı geliştirdi. Yine AB ile US-EU Trade and Technology Counsil isimli bir yapı ile Çin'in teknolojik gelişmesini engelleyecek bir çalışmanın önünü açtı.
Rusya'yı sınırlamak
Çin'in bu yeni rolünü ve ABD'nin tepkisini dikkate alarak Rusya'nın Ukrayna'daki motivasyonuna ve Batı bloğunun Rusya politikasına göz atmakta yarar görülmektedir. Bundan tam 75 yıl önce Foreign Affairs dergisinde yazarın isminin olması gereken noktada Mister X adında bir kişi The Sources of Soviet Conduct başlıklı bir makale yayınladı. Sovyet politikalarının kaynaklarını ele alan Mister X, dönemin ABD Sovyet Büyükelçisi Georg F. Kennan'dan başkası değildi. Kennan bu makalesinin yayınlanmasından önce benzer içerikli kriptosunu ABD Dışişleri Bakanlığı'na 1946 yılında göndererek Truman Doktrini'nin oluşmasına vesile oldu. Dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman'ın Containment olarak adlandırılan Türkçeye baskılama, sınırlamak olarak tercüme edebileceğimiz, esas olarak "Rusya'nın manevra alanını baskılamak sınırlamak amacı taşıyan politika veya doktrini Kennan'ın Sovyetler ile ilgili verdiği bilgileri temel alarak Rusya'nın Doğu Avrupa'nın ötesine de geçerek yayılmasını engellemeyi amaçlıyordu. Kennan'a göre, Batı'ya karşı ciddi bir kompleks içinde olan Rusya'nın temel hedefi dış düşman olarak gördüğü Batıyı ve iç düşmanları yok ederek etkisiz hale getirmekti. Ona göre, Rusya bu amaç doğrultusunda güvenlik politikasını ön plana çıkararak ekonomiyi ihmal etmişti. Kennan ayrıca Sovyetler için ana itici unsurunun Marksizm değil bu güvenlik duygusunun olduğunu belirterek Sovyetlerin bundan dolayı iç çelişkilerinden ve emperyal yayılmacılığından dolayı çökebileceği öngörüsünde bulunmuştur. Kennan'ın Stalin Rusya'sı için yaptığı analiz, günümüz Putin Rusya'sı için de yapılabilir. Putin de güvenlik politikasını ekonomik modernleşmenin önüne koyarak 2008 yılından itibaren Gürcistan'dan başlattığı yayılmacı politikasını bugün Ukrayna'da devam ettirmektedir. ABD'nin başını çektiği Batı dünyasının cevabının Truman döneminde uygulanan Containment politikasından çok da farklı olmadığı ortadadır. 1999 yılından itibaren NATO ve AB genişleme sürecini devam ettirmekte ve eskiden Sovyetlerin egemenliği altında olan ülkeleri kendi bünyesine alarak Rusya'yı uzun yıllardan itibaren sınırlandırıp baskılamaya çalışmaktadır. Geldiğimiz noktada sözde Soğuk Savaş bitmiş olmasına rağmen, pratikte Sovyetlerin çöküşünden yaklaşık otuz yıl sonraki süreçte hem Rusya hem de Batı aynı politikalarını başka kavramlar altında devam ettirmektedir.
Rusya, Batı ittifakının Rusya'ya karşı genişleyerek Rusya'yı sınırlama politikasına 2007 yılında Münih'teki güvenlik zirvesinde yaptığı konuşmada ciddi bir tepki gösterdi. Putin, yaptığı uzun konuşmada Batı'nın Doğu Avrupa'da, Balkanlar'da ve Ortadoğu'da uyguladığı politikaları eleştirerek ABD merkezli tek kutuplu dünyaya itirazını dile getirerek konuşmasını şu cümleler ile bitirdi: "Rusya bin yıldan daha uzun tarihi olan bir ülkedir ve bu bin yılda kendi dış politikasını kendisinin belirlediği bir imtiyaza sahip olmuştur. Biz bugün de bu geleneği değiştirmeyeceğiz..."
Putin bu cümleleri telaffuz ettikten yalnızca bir yıl sonra, yani 2008 yılında Gürcistan'a savaş açtı, 2014 yılında Kırım'ı ilhak etti ve nihayetinde 2022 Şubat'ında Ukrayna'ya savaş ilan etti. Libya, Suriye ve başka bölgelerdeki dış politika aktiviteleri de bu sözlerin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Rusya'yı bu agresif dış politikaya sürükleyen nedenler arasında Kennan'ın da belirttiği sosyolojik yapı kadar, ülkenin hassasiyetini dikkate almadan Rusya sınırına kadar NATO'yu ve AB'yi genişletmek isteyen ve başta Irak olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde uluslararası hukuku ihmal ederek hareket eden bloğun payının var olduğu uzmanların kabul ettiği bir gerçektir. Nitekim Rusya'nın Kırım'ı ilhak ederken yaptığı açıklama ile Kosova'nın Sırbistan'dan bağımsızlığını ilan ettiği metnin benzer oluşu dikkate değerdir.
Yukarıda bahsedilen bu üç ülkenin dışında global anlamda etkin bir güç odağı olmak isteyen AB'yi de bu analize dahil etmek faydalı olacaktır. Fakat AB hem entegrasyon sürecini uluslararası camiada kendi kendine inisiyatif kullanabileceği bir seviye getirmediği hem de kendi stratejik hedeflerini tam olarak tanımlayamadığı için an itibari ile Rusya ve Çin'e karşı ancak ABD'nin güdümünde ve ABD'nin stratejisi çerçevesinde mücadele den bir yapı görünümü arz etmektedir.
Bu dört güç bloğunu kısaca olarak tasvir ettikten sonra şimdi asıl soruya yani İngiltere'nin yeni Genelkurmay Başkanı General Sir Patrick Sanders'ın olası bir dünya savaşı uyarısını ciddiye alıp almayacağımız konusuna gelebiliriz.
Bu konuda 19. yüzyılda yaşamış Alman General ve stratejist Clausewitz savaş tanımı bize bir ipucu verebilir. Clausewitz savaşı rakibe "kendi iradesini kabul ettirmek için uygulanan bir şiddet" olarak tanımlamaktadır. Bu perspektiften bakıldığı zaman, an itibari ile Rusya'nın Ukrayna'daki sıcak savaşını bir kenara ayırırsak, özellikle ABD ve Çin arasındaki şimdilik "şiddetsiz" mücadelenin nereye varacağı konusu ciddi bir problem olarak ortada durmaktadır. Peki bu "şiddetsiz" ortam belli bir seviyeye ulaşarak olası bir dünya savaşına ortam hazırlayabilir mi? Evet, olabilir, çünkü bu iki ülke aralarındaki sorunları bugünkü ortamda ortak bir zeminde çözme konusunda pek de niyetli gözükmektedirler. Belirtmek gerekir ki bu tablo hiç de iç açıcı değildir.
Yorum Yazın
Facebook Yorum