Bruxelles Korner - Zehra Özer
Gurbetçi çocuğun penceresinden…
Babam da büyük ihtimalle Belçika’da çalışmak için köyünden ayrılırken, eski Türk filmlerinde izlediğimiz gibi, elinde kemerlerle bağlı bavuluyla kalbinde binbir umut yeşertip yola çıkmıştı...
Anadolu'nun çetin süreçlerden geçtiği yıllarda yoksullukla mücadele eden birçok aileler işçi göçünü bir çözüm olarak görmüştür. 1964 yılında henüz 26 yaşında evli ve bir çocuk babası olan babam da misafir işçi olarak kömür maden ocaklarında çalışmak üzere Belçika’nın Limburg eyaletinde bulunan Heusden-Zolder kentine gelmiştir. Türkiye-Zonguldak’ta da maden işçisi olan babam kendisi gibi Türkiye’nin farklı yerlerinden Belçika’ya çalışmaya gelen iş arkadaşlarıyla dört yıl aynı evi paylaşmıştır. Aralarındaki dayanışma müthişmiş, babamız öyle anlatırdı bize. Misafir isçiler aralıklarla Türkiye’ye ailelerinin ziyaretine giderlermiş, benim iki yaş büyüğüm olan ablam babamızın o ziyaretlerinin arasında dünyaya gelmiştir. 1968 yılında yalnızlık artık canına tak etmiş olmalı ki, babamız annemi, ağabeyimi, ablamı ve bekar olan halamı da Belçika’ya yanına almıştır. Bir yıl sonra ben ailemizin 3. çocuğu olarak Heusden-Zolder’daki Sint-Lutgardisstraat’ta maden işçi ailelerinin misafir edildiği evlerden birinde dünyaya gözlerimi açmışım. O yıllarda doğumlar tıbbı bir gereklilik olmadıkça ebe eşliğinde aile bireyleri veya arkadaş desteğiyle evde gerçekleşirmiş. Babamız 1974 yılında işçi göçünün son bulmasından hemen önce, Türkiye’deki geride bıraktığı erkek ve kız kardeşlerini de Belçika’ya yanına almıştır.
Aile hayatımız
1971 yılında ailemiz Limburg eyaletinden Doğu Flaman bölgesinin Gent şehrine yeni taşınmış, babamız Gent’teki Filature du Rabot fabrikasında tekstil işçisi olarak çalışmaya başlamıştır. Kömür maden işçiliğini daha fazla sürdüremedim, her gün Allah’a dualar ederek yerin altına girerdik sağ çıkıp çıkmayacağımızı bilemeyerek. Bu yüzden iş değişikliği yaptım diye anlatırdı. Gent şehrinde yaşayan Türk aileleri o yıllarda sayılıydı, Türk dükkanları, Türk mekanları yoktu. Benim bildiğim sadece Tercüman gazetisi vardı Türklerin günlük alıp okuyabildiği... Şimdi olduğu gibi evlerde çocukları aydınlatan çanak antenler yoktu, sadece Belçika’nın yerel bir kanalını gösteren siyah beyaz bir TV’miz vardı, oda olması gerektiği gibi çekmezdi. Evlerde Türk sanat ve halk müziği sanatçılarının unutulmaz eserlerini içeren ve pikaplarda dinlenen pilaklar vardı. Bir de radyomuz vardı, Türkiye’nin tek bir kanalını çekiyordu sanki, hiç unutmam “Ankara'nın Sesi Radyosu”… babamız yorgun argın işten eve gelir, uzandığı koltukta radyosunu dinlerken uyuya kalırdı, yayın sona erer ve radyo açık kalırdı… bant kaydıydı sanırım bir kadın sesi duyulurdu radyonun hoparlöründen, “Burası Ankara’nın sesi radyosu” ve ardından “türürürürt” tarzında bir melodi çalardı ve yeniden başa sarardı, “Burası Ank..”, aynı ses yankılanır dururdu oturma odamızda... taa ki annemiz mutfaktan çıkıp radyoyu kapatınca ya kadar. Evet bir de annemizin mutfaktan gelen kadife gibi sesi vardı, “Telgrafın tellerine kuşlarmı kona...”, “Yarim Almanya’yı mesken mi tutt...”. Sayesinde hepsini küçük yaşta ezberledim. Bazen hala ses tonunu duyar gibi olurum, alır götürür beni o sıcacık güzel anılara. Rahmetli annemizin okur yazarlığı yoktu ama ondan öğrendiğim dini ibadetlerin yalnızca Allah için yapılması gerektiği ve Allah ile aramızda bir iletişim olduğunu söylerdi. Herkesin kıldığı namazı kendine, derdi. Gönlü boldu, evimize gelen misafirlere yaptığı yemeklerden yedirmeden kalkmalarına izin vermezdi ama canını sıkana kendinden ödün vermezdi hiç, gururluydu ve bana öğrettikleri hayatıma daima kılavuzluk emiştir. Şimdi düşünüyorum da ne kadar da doğru düşüncelere sahipmiş aslında ve okutulmuş olsaydı bize öğretecek çok şeyi olurdu. Özlediğinde neler hatırlanmaz ki… bilmediğini sandığı şeyleri hatırlar insan.
Evimizin her bir odasında mutlaka Atatürk’ün bir portresi bulunurdu
O yıllarda babamızın haftalık alıp okuduğu 'Hayat' dergisi vardı. Babam dergilerine çok önem verir, onları odasındaki şahsi eşyalarını yerleştirdiği dolabında biriktirirdi… Yaşım henüz çok küçük olmasına rağmen, ana okuluna başlamış mıydım bilmiyorum, o dergileri elime alıp okumasını biliyormuşum gibi altını üstüne getirirdim. Babam benim dergilerle haşır neşir oluşuma tatlı tatlı gülümserdi, esirgemezdi benden hiç birini... O an ki içinde bulunduğum sevgi yüklü atmosferin sevinç ve mutluluğunu hala hissedebiliyorum. Rahmetli babamın yüreğimi sımsıkı saran o çok sevdiğim sıcacık tebbesümünü her anımsadığımda içimdeki çocuk yeniden can buluyor. Dergilerde eski resimlere bakmanın da ayrı bir tadı vardı sanki... Onlardan Atatürk’ün posterleri çıkardı, babam beğendiğini özenle çerçeveler ve her birini fırçayla aynı mavi renge boyar evimizin her bir köşesine asardı. Bu onun bir hobisi haline gelmişti sanki.. Ben Türkiye'yi hiç görmemiş, henüz aklı ermeyen küçük bir çocuğun mantığıyla, kim bu bazı pozunda sert, bazısında yumuşak bakışlı adam diye merak ederdim. Babam onu bu kadar benimsediğine göre önemli biri olmalıydı ve benim de onu sevmem gerektiğimi düşünürdüm. Fakat bazen öyle bir an gelirdi ki onun bazı pozlarından ürkerdim ve bunu kimseyle paylaşamazdım. Atatürk'ün kameraya bakmış olduğu portrelerinden aklım çıkardı, nereye gitsem gözü hep üzerimdeydi sanki ve portrelerinin önünden geçtiğimde bazen ellerimle gözlerimi kapattırdım. O an ki çocuksu masumiyetime zaman zaman gülerim şimdi... İlerleyen yıllarda ilk okuluna başlamamla birlikte Türkiye’den gurbetçi çocuklarına Türkçe Kültür dersi vermek üzere Belçika’nın Gent şehrine atanan ve hayatımda önemli yere sahip olan değerli Recep Cirik öğretmenimizin anlatımıyla bende Atatürk'ün anlamını idrak etmiş, onu çok sevmiştim. İki kültür arasında yaşamanın oluşturduğu, benliğimizle alakalı adını henüz koyamadığımız birçok belirsizlikler vardı. Recep öğretmenimiz o yıllarda biz, gurbetçi çocuklarının dünyasına renk katmış, ufkunu açmıştı. İçinde boğuştuğum birçok belirsizliğe netlik kazandırmıştı, bu yüzden bende ki değeri çok farklıdır Recep öğretmenimizin.
Ertelenen çocuklar
Kız arkadaşım ve babası el ele tutuşup önümden yürüyorlardı, "Baba bir gün oraya gidelim mi?" diye sordu babasına ve parmağıyla boş alanda kurulu olan sirki işaret etmişti. Dampoort meydanlığına her yıl çadırlar halinde sirk kurulurdu. Ramazan ayındaydık ve ailece Gent’tin büyük camii’nde kılınan teravih namazının ardından, bizimle aynı semt’te oturan ailelerle birlikte evimizin istikametine doğru yürüyorduk. Annem ile babam biraz arkamda kalmışlardı. Babası gülümserek sirke baktı, “Gideriz kızım gitmesine de, ben istemez miyim? İçeride aslan, fil, ayı falan oynatıyorlarmış, tabii bende isterim ama oranın girişi kişi başı en az yüz Frank, bu çok para.” şekilinde kızına cevap vermişti. Yani o zamanının yüz Belçika Frank’ı, iki buçuk avro değerindedir. Şaşırmamıştım, beklediğim cevap buydu aslında. Şayet gidelim demiş olsaydı şaşardım. Benimde babamla aynı tarz diyaloglarım vardı ve bu durumumuza alışmıştım artık. Arkadaşım babasından aldığı cevap karşısında üzülmüş gibi dudaklarını büzmüştü ama kafasında çok da fazla büyütmedi, yolumuzu biraz daha ilerledikten sonra unutmuştu bile sanki. Biz ikinci kuşak göçmen çocuklar aynen böyleydik. Sırf babasının vereceği cevabı merak ettiğim için onlara kulak misafiri olmuş, içim burkulmuş üzülmüştüm. İkinci kuşak, ebeveynlerinin sözünü ikinci kez tekrarlatmazdı. İnsanın hafızası tuhaf bir mekanizmadır, baba kız arasında geçen, içimi hem ısıtan hem de sızlatan o diyalog hep aklımda kaldı. Bir evin ihtiyacı neyse alınıyordu ama onun dışında hiçbir lüksümüz yoktu.
Anımsadığım en eski hatıram, tüm ev halkı üzerinde kırmızı bir giysisi olan küçük bir bebekle ilgileniyordu. Evimize geldiği gibi gidecek sandığım bebek hiç gitmedi. Oysa benden 2 yaş 8 ay küçük olan erkek kardeşim dünyaya gelmiştir. Ana okuluna yeni yeni gitmeye başlamıştım. Bizi çok seven Belçika’lı komşularımız vardı. Bizi onlardan farklı kılan birşeyler vardı henüz çözemediğim. Annem komşularımıza kendini ifade edemiyordu bu yüzden hep telaş içindeydi. Babam ne zaman eve dönse annemin yüzünde güller açardı. Babam Flemenkçe dilinde kendini çok iyi ifade ediyordu. Ben henüz iki farklı dilin konuşulduğunu çözememiştim. Annem onlar Belçikalı, biz Türk'üz derdi hep. Durumu kavrayamazdım. Ağabey ve ablamın Türkiye’yle ilgili anıları vardı, bazen köyde yaşayan dedelerinden bahsederlerdi, anlattıklarını hiçbir yere oturtamıyordım. Bir de o yıllarda Türk ailelerin çoğu birbirini tanıyordı. Çocukluğumda ne zaman yabancı bir yetişkin Türkle karşılaşsam değişmeyen bir soru vardı: "Nerelisin sen?" Onlara şaşkın şaşkın bakardım ve nasıl bir cevap vereceğimi bilemezdim. Bende hiç birşey çağrıştırmıyordu çünkü, sonra “Kimin kızısın sen?” diye sorarlardı, babamın ismini söylerdim durumu öyle çözerlerdi.
“Türkiye’yi çok özledim, köyümüzü çok özledim”, derdi annemiz sık sık. O yıllarda şimdi ki gibi al bir bilet uçağa bin git yoktu. Birinde “Türkiye nedir?” diye sormuştum, ”Orası bizim ülkemiz, orada senin koca baban, koca annen, teyzelerin, halaların, amcaların var,” diye cevap vermişti. Annem o yıllarda annesinin babasının cenazesine bile gidememiş ve bu yüzden hayatı boyunca onların yasını tutmuştur. “Safranbolu’da çok güzel bir evimiz var, dükkanımız var, evimize bağlı bir de kocaman bir bahçemiz var, her yer yemyeşil,” diye anlatırdı. Zavallı anneciğim uğruna babamızın gurbete çıkmasına sebep olduğu o evinde hiç yaşayamadı bile ve ileriki yaşlarında, “Evimizin sefasını başkaları sürdü” diye hayıflanırdı. Çocukluk aklı işte, annem yaşadığı gurbetin acı yüzünü böyle dile getirirken, ben Türkiye’yi sadece tek bir sokak olarak hayal ediyor, mutluluktan içimde filizler acıyordu. O sokakta tüm evlerin ön cepheleri, kapıları, hatta sokak taşları ve kaldırımlar bile her yer açık yeşil renkteydi çünkü annem her yer yemyeşil, demişti. Hayalimde açık yeşil renkte olan dükkan kapısını acıyordum, dükkanın içi şeker doluydu ve hepsinden para ödemeden alıp yiyordum, nasıl olsa dükkan bizimdi. Hayalimde duyduğum sevincimi hala anımsayabiliyorum. Taa ki 1978 yılında babamız bizi Türkiye ye tatile götürene kadar hayalimde ki Türkiye böyleydi …
Birinci nesil misafir işçilerinin yaptığı fedarkarlıklar asla unutulamaz. Zamanla anlamını yitiren ama dönem itibarıyla da tarihte yerini koruyan Gastarbeiders-misafir işçiler konumunda idiler. Belçika'nın iş gücü açığını kapatıp ülkenin kalkınmasında hem büyük katkı sağladılar hem de toplumda zenginlik oluşturdular. Mektuplaşmak ilk neslin vatan hasretini, özlemini gideren tek iletişim aracıydı. Göç edilen ülkede ayakta kalmasını sağlayan ve yaşama sevinci veren dini ve manevi değerleriydi. Asimile olmadan entegre olmayı başarabilen, Türkiye ile milli-manevi bağlarını koparmadan var olma mücadelesini sürdüren birinci ve ikinci kuşağın hikayelerini çoğumuz az çok biliriz. Bende ikinci kuşak olarak hatırlayabildiğım en eski anılarımı İşgücü Göçünün 60. yılında sizlerle paylaşmak istedim.
Sevgiyle kalın.