Evdeki hesap, çarşıya uymaz diye bir söz vardır. Eğer, ekonomik imkânlarınız orta gelir düzeyinde ya da daha altındaysa, ne kadar iktisat yapmaya çalışırsanız çalışın, çarşının hesabı hane bütçesini sollar. Çalışan elbette kazanır, emeğinin karşılığını alır ama bazen sınırlar olabildiğince zorlansa da hayat, insana dilediği şeyi vermez. Kalbinizdeki hesaplar ve niyetler, yaşamın size sunduğu karşı konulamaz gerçeklerine uymaz. Bu gerçeklik karşısında, dik bir duruş ve inatçı bir tutumu bırakarak, ister istemez akışın seyrine bırakırsınız kendinizi. Ne kadar keşke deseniz de, gerçeklerle burun burunasınızdır artık. Bu pes etmek ve kabuğuna çekilmek değil, hayata tazelenmiş bir şekilde bağlanmak ve şartlarınıza merhaba diyerek gülümsemek için doğru ve yerinde bir davranıştır.
Evet; çok çalışırsınız, belki yıllarca gecenizi gündüzünüze katarsınız, fakat muradınız bir türlü gerçekleşmez. Bir türlü hayalleriniz, dünya sahnesinde boy gösteremez. Ya da her şey yolunda giderken, birden bire büyük bir felaketle karşılaşırsınız. Hiç hesapta yokken, ansızın bir başka dert daha çalar kapınızı. Ne demişler, yalan dünya, imtihan dünyası. Her konuda sınava tabiyiz. Çocuklarımız anne ve babamız, eşimiz, işimiz ve daha hayatın pek çok karesine ait şeyler, imtihan vesilesi olabiliyor bizler için. Küçücük bir hastalık karşısında bile gösterebileceğimiz tutum, teslimiyetimizin aynası olmakla birlikte, rıza duygusunun gelişmesi açısından da büyük önem arzediyor. Gelin ata binmiş, ya nasip demiş. İnsan, kendisine Allah'ın takdir ettiğinden, bir adım dahi ileri geçemiyor ve bu noktadan sonra, bir çocuğun annesinin göğsüne yaslanarak huzuru bulması gibi ona sokulması, yaklaşması gerekiyor. Ve bir kez daha acziyetini anlıyor.
Başa gelen badireler, şöyle böyle atlatılıyor fakat bu süreç içerisinde isyan bayrağı indirilmezse, işte asıl o zaman tehlikenin eşiğine dayanmışsınızdır da haberiniz bile olmaz. Çünkü, hayatın size devamlı iltifat yapmasını, mükemmel olanaklarını sunmasını ve her şeyin rayında gitmesini beklemek, kulluğun acziyetine ve fıtrata aykırıdır ki bir anlamda bu duruş, kendini ululamaktır. İnsan bir sıkıntıyla muhatap olduğunda, neden başkası değil de ben dediği anda, Allah muhafaza imanına da hastalık bulaştırabilir. Bunun içindir ki teslimiyet, imandan sonra emredilmiştir. Ve insan hayatını bütün detaylarıyla kapsayan, bağlayıcılığı vardır. Teslimiyet iki başlık altında incelenir. Birincisi, Allah'ın dini emirlerine teslim olmak, ikincisi ise Allah'ın kader hükümlerine rıza göstermek ve boyun eğmektir. Müslüman olan, bir kişi fasık bir yaşantı sürse de, belki imani boyutta zayıflığı olsa da, emirleri inkara yeltenmez. Dini hükümlere teslimiyet, daha kolay olandır. Yani bir kişinin namaz kılmaması, neden ve nasıllara takılmaktan ziyade, en çok tembellik, ümitsizlik gibi nefsanî hastalıklardan ya da cehaletten ileri gelir. Fasıklık, kişiye Allah niye namazı, orucu emretmiş gibi abuk sabuk laflar ettirmez genellikle. Fakat teslimiyetin ikinci kısmında, ayakların tökezlemesi daha olasıdır ki burada, Allah'tan gelen her şeye razı olmak vardır. Karşılaştığımız durumlarda, aldım kabul ettim yerine, olayları kendi kurallarımızla irdelemek, ya da Allah'ın taksimini, kendi dun akıllarımızla ölçüp biçmeye kalkmak, teslimiyetimizi zedelemektedir. Bazı hallerde akıl durur, durmuyorsa da durdurmak gerekir. Çünkü eldeki veriler ve formüllerle hükmü ilahinin arkasındaki sır perdelerini aralayamayız. Allah, şunu neden uzun boylu ve güzel, falanca kimseyi neden çirkin yaratmış, neden ben çalıştım ama Allah diğerine verdi, bu hastalık niçin beni buldu, neden arkadaşım benden daha sağlıklı, hayatındaki her şey istediği şekilde gidiyor, tarzında sözler söylenir veya üstü örtbas edilmeye
çalışılsa da bu düşüncelere dair sesler yankılanır içinizde. Sizi içten içe kemiren sesler… Sanki, her başa gelen olaylar akabinde ya da başkalarını ilgilendiren hususlarda hep sebepleri, arka planı bilmek zorundadır insanoğlu. Oysaki hayat Musa (a.s) ile Hızır'ın (a.s) yolculuğu sonunda, merak edilen sırlı olayların arkasındaki gerçeklerin açıklanması gibi, her şeyi size deşifre etmez. Yani teslim olmamız için Hızır'ın, kapımızı çalması ya da rüyamızda ak sakallı bir ihtiyarın, bize yol göstermesi gerekmiyor. Zaten hikmet-i ilahiyi bütün şeffaflığıyla bilseydik, imtihanın bir anlamı olmazdı. Yüce Allah; ‘ Hayır, Rabbin hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.' (Nisa-65) buyurmuştur. Bu ayetten anlaşıldığı gibi hem görevlerimizi, bizden istenileni yerine getirmemiz, hem de Allah'ın buyruğuna rıza göstermemiz şart. Bu öyle bir rıza, öyle bir boyun eğiş olmalı ki , içinde hiçbir burukluk hiçbir sitem emaresi barındırmamalı
Ayse Sezgin yigit