Bazen bir kitaptan bir cümle akılda yer eder, bazen bir filmden bir sahne..
Mandela filmini izledikten sonra en çok eşiyle yaptığı kavgalar aklımda kaldı. Mandela hapisten çıkıp güç sahibi olduğunda beyazlara karşı değil, ayrımcılığa karşı mücadele etmeyi seçmişti. Eşi ise yılların intikamını almanın derdindeydi. Mandela'nın muhteşemliği, yıllarca işkence ve hapis hayatına dayanmasından ziyade işte burada yatıyor.
Güney Afrika'da egemen azınlık adalet adına 5 yerli oyunu 1 oya sayıyordu. Azınlık olan bir beyazın 1 oyu 1 oy, çoğunluk olan yerli halkın 5 oyu 1 oy olarak sayılıyordu.
Adalet, demokrasi, seçim... İşte kavramlar bu hale getirilebiliyor. O nedenle kelimelere değil, her şeyin özüne bakmak gerekiyor. Mandela kendi yaşadıklarını kimse yaşamasın istedi. Çünkü özünde yanlış olan ayrımcılıktı. İster azınlık, ister çoğunluk ol...
Dinlere göre sınav, spiritüle anlayışa göre karma da böyle işliyor. Birisi size tokat attı diyelim, geriye ona tokat atmak değil adalet. Ya da onun bir başkasından tokat yediğini görüp rahatlamak da değil. O zaten tokat yiyecekse yiyecektir, o onun kaderi.. Mağdurun öze giden yolculuğu başka türlü işliyor. Öncelikle neden tokat yediğini düşünmesi gerekiyor. Elbette bu kısmı karmaşık. Ama bu birinci farkındalık. Sonra?.. Her halikarda Allah onu, sevdiği kulunu öyle bir ortama sokuyor ki, bir bakmış birisine çok kolay tokat atabilecek bir duruma gelmiş. İşte bilgelik bunu aşmakta yatıyor. Tokat atmadan...
Günümüzdeki kutuplaşmaları yaratanlar da popülist politikalarla bunun tersini pompalıyor. Düşmanlığı körüklüyor; sürekli bir düşman, bir günah keçisi yaratıyor. Hatta bir gün öyle bir gün böyle olabiliyor. Kaos... Ve yığınlar bilmedikleri bir düşmanın endişesiyle ondan medet umar hale geliyorlar.
Hitler bunu yapmıştı. Alman halkının yumuşak karnını deşti. Halk, 1. Dünya savaşından özgüveni yerlerde çıkmıştı. Hitler, Yahudi toplumunu hedef haline getirdi. Ve Alman halkı başarısızlığını "başka"sını ezerek örtbas etme yoluna gitti. Tabii ikinci aşamada Hitler'den yana olmayan herkes "başka" ve dava düşmanı ilan edildi, katledildi. Denize düşen Alman halkı(nın önemli bir kısmı) kolayca bu yılana sarıldı. SS kabilesine sığındı.
Kabileleşmek... Kendini ayırmak...
Koert Debeuf, "Kabileleşme - Savaş neden geliyor" kitabında şöyle diyor: Gerici kendini savunmanın sonuçlarından biri paranoya ya da "öteki"ne olan güven kaybıdır. Bu bir yansıtma psikolojisidir. Kendi "kötü unsur"larımızı, "diğeri"ne yansıtarak kendimizi savunuruz. Bu nedenle "tehlikeli" diğerinden kurtulmak için düşmanlar ve günah keçisi mekanizması yaratırız.
Gerek bireysel ilişkilerimizde, gerek toplumsal ve toplumlar arası ilişkilerde... Tutum ve davranışlarımıza bu bakış açısyla ayna tutmak gerekiyor. Yaptığım şeyleri daha önce başıma gelen ve beni mağdur eden bir şeye olan öfkemden yapıyor olabilir miyim? Beni yönlendiren kişiler, hatta olaylar böyle bir durum yaratıyor olabilir mi?
Karşımızdaki kişi esip savuruyorsa... Başkasını ezip kendini savunuyorsa... Hatırlamalı, böyle ayrı gayrı değilken mutlu mesut yaşıyorduk. Mutsuz olanlar, diğerlerini mutsuz ederek daha mutlu olamayacaklar. Ancak mutsuz be tatminsiz insanlar yaratacaklar. Onlardan olmayalım. Bir yanlış varsa, minarenin çalınmasıydı yanlış olan, başka minareler çalmak, kılıf aramak nafile...
Yunus’un dediği gibi:
Bir gez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil
Bir gönül yaptın ise, er eteğin tuttun ise
Bir gez hayr ettin ise, birine bin az değil
Sevgiyle kalın.
Yüksel Çilingir