Dinlemeyi öğrenirsek doğadan duyacağımız çok șey var, biz durup onu dinlemeyi öğrendikce, o da çıglık atmayı bırakacak
Elbette 800 milyon aç insanın olduğu bir dünya yeterince iyi olamaz. Hele ki bazı ülkelerde yemeklerin yüzde 50'si çöpe atılıyorsa. Bir yerde okumuștum, ne kadar doğru bilmiyorum ama büyük devletlerde çöpe atılan yiyecekler Afrika'daki açlık ihtiyacını fazlasıyla karşılar yazıyordu. O yemeği uçakla açlık çeken ülkelere taşımak mümkün değil tabii ama yine de bu dengesizlik insanı gıcık ediyor. Bunun daha salgın hastalıkları var, savaşları var... BM kuruluşları Güney Sudan'da 1 milyon kişinin kıtlığın eşiğinde yașadığını, 100 bin kişinin de açlık nedeniyle öldüğünü, açıkladı. Tok açın halinden anlamaz derler ya, bu, şu an dünyadaki en acil gıda sorunudur.
Öyle salgnlar ki buralara kadar ulaștı ve dünyamızı tersine çevirdi. Corona pandemisi aslında insanların çok da güçlü bir tür olmadığını ortaya koydu. Corona o kadar öldürücü bir virüs değil. Eğer Ebola salgını küresel anlamda bu denli tașınabilme imkanı bulsaydı ölüm sayısı milyarları bulabilirdi. Mars'ta koloni konușulurken Coronavirüsüyle bir anda binlerce yıl geriye gittik sanki...
Aslında çok kırılgan bir medeniyetimiz olduğunu gördüm. Virüs geçse de etkisi diğer pandemiler gibi olmayacak. 11 Eylül'den önce uçaklara dolmuşa biner gibi biniliyordu, şimdi ise donunuza kadar bakıyorlar. Virüs sonrası başta turizm olmak üzere pek çok sektör ciddi değişimler geçirecek. İnsanların toplu olarak bulunduğu yerler enfeksiyon riskine karşı yeniden planlanacak diye düșünüyorum.
Corona virüsüne karșı alınan sıkı önlemlerin yerine getirilmesi çoğumuza zor gelsede özellikle metropollerde varlığı unutulan bazı değerlerin, 90’lı yıllar ve öncesinde kalan güçlü aile bağlarının, dostluğun ve sahip olduklarımızın kıymetini hatırlatacak, bilmeyen yeni nesle öğretecek. Özellikle ikili ilişkilerde çıkar elde etmek için birini merdiven edinen yaklaşımlar ortadan kalkacak. Aşkın değeri daha iyi bilinecek. Her şeyi tüketmeye yönelik bu delilik hali son bulacak. En azından ben böyle olmasını temmeni ediyorum. Tabii, siz benim bu konuda nayif olduğumu düșünüp fikrime katılmamakta özgürsünüz.
"Biz eskiden…" diye bașlayan kıtlık hikayeleri vardı, yaşamadım ama büyüklerimden çok dinledim, çayı bulsak şekeri bulamazdık, bulguru bulsak yağı bulamazdık diye anlatılırdı, çok zor şartlar altında çok az ile yetinip hayata tutunmaya çalıșmışlardı. Geçmişte her aile ferdinin anlatacağı bir kıtlık hikayesi vardı ama biz kafamızı serin tutalım, eskiye özlem duyarken kendimizi fazla kaptırmayalım.
Her değere kendi çağı, koşulları içinde bakmak gerekir. Örneğin: İki hafta boyunca süpermarketlerde tuz bulamadım. İhtiyacım olan ve rafları boșaltılan bașka ürünler de vardı ama market market dolaştım ve çoğundan birer adet alabildim yinede. Tuz hariç, inanılır gibi değil ama piyasada tuz yoktu. İlk günlerde stokculara öfkelenirken, aynı zamanda aklım annemin kıtlık hikayelerine takıldı. 30'lu, 40'lı, 50'li hatta 60'lı yıllardaki nesillerinin yașadıklarını düșündüm ister istemez ve öfkemi utanca büründüren șımarıklığımın farkına vardım. Bu noktadan sonra bende çok fazla önemsemedim, yakınlarımdan birinden de tuz isteyebilirdim. Kendime ceza verircesine aklımdan ironik bir șekilde “Yemeklerini tuzsuz yiyeceksin artık kızım, göreceksin damak tadını değiştirmekten başka bir zorluğu olmayacak. Hem sağlık açısından da çok daha sıhhatli, sahi sen tuzsuz yiyenlere imreniyordun hep, bak iște senin için tam fırsat tuzsuz yemeğe alıș șimdiden", diye geçirdim. Sonraki günlerde marketlerin şeker reyonlarında da yeller estiğini gördüm, yine stokcuların aç gözlülüğüne sinirlenmek yerine, "Biz en iyisi çayımızı da şekersiz içelim artık, ne dersin" diye kendi kendime hayıflandım. Gerçi, o kadar çok stok meraklısı varken, çayı bulcağımızın da bir garantisi yoktu, hani. Kendimle diyloğum beni hep neșelendirmiștir. İstediğim de buydu zaten "neșelenmek, karamsarlığa bürünmemek". Belki kimse itiraf etmeyecek ama sesli veya sessiz kendiyle diyalogu en az bir kere yaşamayanımız yoktur. Öte yandan kendi kendine konuşmanın olumlu karşılanmadığını da biliriz. Evet, deliler kendi kendine konuşabilir ama bu kendi kendine konuşan herkesin deli olduğu anlamına gelmez. Tıpkı deliler kahkaha atıyor diye, hiç gülmeden bir ömür geçirmeyi seçmeyeceğimiz gibi. Sözü açılmışken, özellikle son haftalarda tuzdan, şekerden daha çok gülmeye ihtiyacımız vardı. İnsanİık ve medeniyet konusunda hayalkırıklığımız büyüktü çünkü. Bize hep öğretildiği gibi insanoğlu ne yüce, ne kutsal ne de üstün bir varlıktır, İnsan her halukarda birbirine muhtaç olsada, aynı zamanda tuvalet kağıdı için birbiriyle savașacak kadar ilkel iç güdüleri olan bir varlıktır. Bu süreçte umarım herkes bu kadarını fark etmiștir.
Marketler herkese yetecek kadar stoğumuz var diye bangır bangır duyuru yaptılar ama çoğumuz buna aldırıș etmeyip stok yapmaya devam etti. Corona virüsünün ilacı stoklucuk yapmaktı sanki. Sabahın köründe alıșverișe gidemeyen diğer insanlar da düșünülse, ne var? Yoksa, fazladan depolanan tuzların saklandığı yerde elmasa dönüșeceği gibi, bir durum mu söz konusuydu ? O halde bende piyasada ne kadar tuz varsa hepsini toplardım. Geçmişten bugüne bazı siyasetçilere kızmışlığım olmuștur ama onları şu an çok iyi anlıyorum, insanlara bir şeyleri anlatmak her babayiğitin harcı olmadığını daha iyi anladım. Gerektiğinde bir kuru ekmekle de karnımız doyamaz mı? Tabii ki doyar. Hatta, kuru ekmek gerçek açlık çekene, kuru fasulyeli pilav gibi gelir. Rabbim yeter ki sağlığımızdan etmesin, Yemen ve Somali gibi Afrika ülkelerinde yașanan açlık, kıtlık vermesin. Oysa gerçek kıtlık yașamıș insanlar böyle değildiler. Onlar on parçadan birini kendilerne ayırırken dokuzunu diğer ihtiyaç sahiplerine verirlerdi, hatta yetmemișse elinde son kalanı da verirlerdi. Çünkü acımasız kıtlığın soğuk yüzüyle sınanmıș insanlardı.
Sahibi olduğumuz şeylerle yetinmeyip yakınırken, hep daha fazlasını isterken aslında hayatımızda şükredecek bir sürü şey olduğunu, aldığımız nefesin bile ne kadar kıymetli olduğunu ve sağlığın en büyük zenginlik olduğunu bir kez daha idrak etmiș olalım. Sokağa çıkmamız kısıtlanmıș da olsa evimizde sağlıkla içtiğimiz bir yudum suya, huzurla yediğimiz bir yemeğe şükretmeliyiz.
Corona döneminde benim daha çok canımı sıkan sosyal eşitsizliktir. Bazılarımız hala dışarda çalışmak zorundalar, tabii çalışmak zorunda olanlar konusunda yapılacak bir șey yok, sistem neyse ona uymak zorundalar. Ancak, hasta olsan hastaneye gitmeye korkuyorsun, test edilmek istesen yapmıyorlar. Birde ünlü, maddi durumu yerinde olan insanlara bakıyorsun, bu durumda da tüm kapıların öncelikle onlara açıldığını görüyorsun… Çalışamayanlar bu arada, para kazanamamanın, geleceği görememenin, ödemeleri düşünmenin, yani maddi kaygıların ne kadar zor olduğunu ve çaresiz bıraktığını iliklerine kadar hissettiler. Son günlerde, biz sadece pandemi nedeniyle bunu yaşarken sürekli bu durumda olan insanlar geliyor aklıma. Ne kadar zor olmalı hayatları ve bu çaresizliğe katlanmaları…
Bir trafik kazası, bir kalp krizi habersizce geliyor, o yüzden ölümü hatırlamıyor insanoğlu ama böyle burnunun ucunda Azrail'in kılıcını görmek herkesi bir nebze hizaya soksada, hala insan olmayı öğrenmemiș varlıklar var. Instagramda veya Facebook’ta like için yaşlıların üstüne su dökülmesi, altından oturduğu bankın sökülmesi, başından aşağı kolonya boșaltılması, korkutarak çocuk muamelesi yapılması gibi korkunç davranış biçimlerinin paylașıldığını görüyorum. Evet bazı yaşlılarımız az değil, ama sonuçta yaşlı biri ve insan gibi yöntemler kullanılarak ikna edilebilir. Sokağa çıkma yasağı bize bu rezillikleri yapma yetkisini vermiyor.
Yaşamın değeri…
İki haftalık süreç bile benim gibi düșünen pek cok kișinin tüketim alıșkanlıklarını değiștirdi. Demek ki isteyince daha az tüketerek de yașayabiliyormușuz. Uçak, toplu tașıma gibi karbon salınımını artıran alıșkanlıklarımızdan vazgeçebiliyormușuz. Pek çok insan șu anda kendi meyve sebzesini yetiștirmeyi düșünüyor, onlardan biri de benim.
Her şeyden önce kendimle tanıştım bu süreçte. Nasıl bir insan olduğum hakkında hiç bu kadar fikir sahibi olmamıştım. Geçmisi, bu günü ve geleceği düşündüm, insan günlük uğrașları içinde değerli kıldığı çok șeyi farkında olmadan da unutabiliyormuș. Hayatın nelerden ibaret olduğunu, nelerden vazgeçildiğini... biraz yıprattı ama bunlar için değdi.
Böyle durumlarda sevdiklerinin değerini daha iyi anlıyor insan, çok yakınımda olmalarına rağmen kendi evinde yașayan çocuklarımı iki haftadır göremiyorum... İnsanın sevdiklerini öpüp koklayamaması sarılamaması çok kötü bir duyguymuş, onu anladım. Geçenlerde yakın bir arkadaşımla karşılaştım uzaktan selam verip konuşmak o kadar zor geldi ki, anlatamam. Yanımda yașayan oğlumla birlikte, tıpkı annemin dönemindeki gibi akşamları çekirdek çitleyip film izlemek, beraber yemek yapmak, sofrada saatlerce muhabbet etmek gibi vakit geçirmenin hiç de kötü bir şey olmadığını anladık. Keşke başımıza büyük belalar gelmeden önce bunları farkedebilsek. Ama eminim ki bu virüs laneti başımızdan gittiği an çoğumuz eski hayatına kaldığı yerden devam edecek, çünkü bir şeylerin değerini sadece başımıza bela geldiği an anlayabilen canlılarız.
Küresel salgın, ölüm şeklinin ve zamanının da bir şans olduğunu, elden ayaktan düşmeden, kimseye ve bakıma ihtiyaç duymadan ölmenin de bir lüks olduğunu bir kez daha hatırlattı. Bunun dıșında ișten geri kalan zamanımı zaten karantinada gibi yaşıyormuşum, minimal düzeyde, kendi minik dünyamdaymışım. Yazı yazmak, kahvem, çayım ve tabii ki bir öğün yemek… Ev bile büyük aslında bir oda, banyo ve mutfak kafi. Normal yaşam düzenimin insanların karantina olarak değerlendirdiği yaşam biçimine çok yakın olduğunu anladım. Ben zatan ellerimi sık sık yıkarmıșım, benim masamda zaten kolonya varmış ve ben hep yüzüme dokunmamaya özen gösterirmişim. Bu süreçte herkesin birșeyleri özlediği gibi, bende deniz kıyısında ciğerlerime huzurla doldurduğum nefes alışımı özledim ama șimdi sağlığımıza șükredip evimizde oturmaktan bașka yapacak fazla birșey yok. Sağlık bakanı De Block'un bize önerdiği gibi, biraz daha dișimizi sıkacağız, sıkmak zorundayız...
Sevgiyle kalın,