Pandora’nın kutusu
İnsanın başına ne gelirse meraktan gelirmiş. İyi de kötü de… Tarih de bunun örnekleriyle dolu.
Bütün efsaneler erkekler tarafından yazılınca, elbette bir cinsel ayrımcı tarafı var. Adem’in nefsine yenilme sebebi bir nevi kadına bağlanıyor. Mitolojide de durum farklı değil. Tanrıların tanrısı Zeus, insanları yaratmaktan sorumlu tanrı Prometheus’u, ateşi kendisinden izinsiz insanlara verdiği için cezalandırmak istemiş. Ve bunun için kadın tanrıyı yaratmış; Pandora.
Pandora’ya iki hediye vermiş. Bir tanesi meraklılık özelliği, diğeri ise içinde kötülüklerin bulunduğu bir kutu. Ve merak’ı adeta kaşımış, bu kutuda insanların görmemesi gereken bir hazine var, sakın açma diyerek..
Eh, gel zaman git zaman Pandora duramamış tabii, kutuyu açmış. Ve açar açmaz tüm kötülükler dünyaya yayılmış.
Efsanenin sonrasında iki rivayet var. Kutuda kalan en son şey ile ilgili; umut!.. Kimi diyor umut tüm kötülükleri yok etmek için var edildi. Kimine göreyse son kötülük oydu. Nietzsche bunu “Umut en son kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır.” diye yorumlamış.
Umudun iyiliği nerede başlar, nerede biter, hatta zarar verir? Her konuda örnekler vermek mümkün tabii.
İlişkiler... Bir sözde şöyle diyor: Bir ilişkide yerinizin ne olduğu belli değilse, bu bir duygusal ölümdür. İş ya da gönül...
Ne dilediğine dikkat et, yoksa gerçek olabilir derler ya... Olmayacak duaya amin deme demiş büyüklerimiz de...
Zemberek Kuşu’ndaki Okada, bir kuyunun dibine inerek gerçeği arıyor. Ama kuyunun dibi, hani dibini bulayım da tekrar sıçrayayım yeri değil. Bir paralel dünyaya geçiyor oradan. Yüzleşmek şart!..
Kimi zaman kuyunun dibi balçık halinde. Bir jölenin içinde buluyor insan çocukluğunu. Bir anlamda hapis, bir başka anlamda koruma altında. Ama merak işte, anlamak istiyor, yüzleşmek istiyor kuyusunda biriken yaşanmışlıklarla. Kiminin farkında olmadan yanıbaşından geçmiş, kimini bile bile yaşamış. Ama her halükarda yarattığı bir etki var. En önemlisi başka hayatlar üzerinde…
Ya arafta kalacak, ya iki dünya bir araya gelse denileni seçecek. İnce bir zar var arada.. Hani uyumayla uyanma arasındaki an gibi. Hani gözlerinizi açmadan önceki uzun saniyelerdeki his... Ama o barajı yıkmadan da nasıl aksın sular? Akmadan durulur mu?
Erich Fromm, sahip olmak ile olmak diye anlatıyor. “Eğer insan yalnızca sahip olduğu - nefse hitap eden - şeylerden ibaretse, onları yitirdiğinde, kendini de yitirecek, kim olduğunu bilemeyecektir. Böylece yaşamı yanlış kurmanın sonucunda ortaya yenilmiş, moralsiz, yıkık bir insan çıkar. Olmak kavramında ise kaybetmekten doğan endişe ve korku yoktur. Kişiliği olmak tarafından belirleniyorsa, kimse bunu ondan alamaz”.
Yalnız mı kaldınız? Sekiz kişiden biri sahte olana tahammül edemediğinden bunu tercih ediyormuş. "Rol yapmazsanız asosyal, uyumsuz veya sinir hastası damgası yersiniz" demiş Emile Ajar. "İnsan her şeyi anladığında mutlaka ağır bir sinir krizi geçirir. Bilinçlilik bunu gerektirir.” Yeter ki anlamaya açık olsun. Suçlamadan...
Bir Noel filminde anlatılıyor (A Shoe Addict’s Christmas): Adam kar kış yolda kalıyor. Bekliyor ki tanrı kurtarsın. O arada Noel Baba geliyor kızağıyla, ama adam tanrıya inancım sonsuz, o beni kurtarır diye reddediyor. Zaman geçtikçe de karlara gömülmeye başlıyor. Noel baba yine geliyor kızağıyla, onu alıp götürecek. Ama adam kararlı, ben tanrıya inanıyorum, o beni kurtarır diyor. Aynı durum üçüncüye tekrarlanıyor, derken adam ölüyor. Hal böyle olunca, öbür dünyada tanrının karşısına çıktığında soruyor, "tanrım, sana tüm kalbimle inandım, neden beni kurtarmadın?". Eh ama.." diyor tanrı, "sana üç kere kızak gönderdim, daha ne yapayım?".
Aynı şeyleri yaşıyorsak mutlaka bir anlamı var. Hoşumuza giden cinsten veya değil.
Son söz: Avunmak tekamül etmek değildir.
Sevgiyle kalın.
Yüksel Çilingir