Rusya ve İran ekseninde Türk dış politikası için yeni ufuklar
Bülent Güven Siyaset Bilimci
Cumartesi 21 Aralık 2024 15:51
Fotoğraf: AA
Suriye’de Türkiye’nin desteklediği grupların Esad rejimini yıkmasından sonra Türk dış politikasıyla ilgili hamaset boyutu biraz fazla olan yeni tartışmalar başladı. 82 plakası vurgusundan Kudüs’ün yeniden fethine atıf yapan sloganlar, bu tartışmaların yansımalarından bazılarıdır.
Şüphesiz Türkiye, ülke olarak maddi ve manevi bedeller ödeyerek nihayetinde Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte tarihi olarak doğru tarafta yer aldı. Bu duruşun meyvelerini de önümüzdeki süreçte, Suriye üzerindeki nüfuzunu iyi yönetebilirse, alacaktır.
Başta ABD ve Avrupa’nın temsilcilerinin apar topar Türkiye’ye gelmeleri, onların da Türkiye’nin yeni süreçte etkili bir aktör olacağı varsayımından yola çıktıklarını gösteriyor.
Fakat bütün bu olumlu tabloya rağmen, önümüzdeki süreçte hem Türkiye’nin hatalar yapmaması temennisiyle hem de yeni rolünün pekişmesi açısından Türkiye’nin Ortadoğu eksenli dış politikasına tarihi bir perspektiften ve rasyonel bir zeminde bakmakta fayda var.
Türkiye Cumhuriyeti’nin mirasçısı olduğu Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu, kuruldukları günden itibaren yönünü hep batıya çevirmişlerdir.
Bütün fetih gayretleri, bulundukları coğrafyanın batısına yönelik gerçekleşmiştir. 1071 Malazgirt Savaşı ve elde edilen galibiyet, Türklerin batıya gidişinde önemli bir aşamayı temsil etmektedir.
Fakat bu devletler batıya doğru giderken doğudan, yani arkalarından gelen saldırılar nedeniyle batıya ilerleyişleri sürekli sekteye uğramıştır.
Nitekim Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletleri, doğudan gelen Moğol saldırıları nedeniyle sadece batıya gidişleri durmamış, aynı zamanda devletlerinin yok olması gerçeğiyle de karşılaşmışlardır.
Benzer bir kaderi Osmanlı da yaşamıştır. Osmanlı, hem kuruluşunun ilk yıllarında Moğol baskınlarıyla uğraşmak zorunda kalmış hem de daha sonra doğudan yükselen başka tehditler ile karşılaşmıştır. Bu sefer tehdit Moğollardan değil, başka Türk devletlerinden gelmiştir.
Bunlar, 1402’de Timur Devleti ve 15. yüzyılın sonunda Safevilerden gelmiştir. Timur, 1402 Ankara Savaşı’yla Osmanlı’nın omurgasını kırarak uzun bir Fetret Devri yaşatmıştır. Şah İsmail liderliğindeki İran merkezli Safeviler de II. Bayezid döneminde Osmanlı’yı bir hayli uğraştırarak bloke etmiştir.
Yavuz Sultan Selim, 1514’te Çaldıran’da Şah İsmail’in ordusunu yenerek ve Türkiye-İran sınırını kapatarak doğudan gelen tehdidin bir boyutunu devre dışı bırakmıştır. Yavuz, Çaldıran ile yetinmeyip Osmanlı için tehdit olarak gördüğü Anadolu’daki Dulkadiroğulları’nı ve Mısır merkezli Ortadoğu’da hâkim olan Memlükleri yenerek bölgeyi Osmanlı idaresi altına almıştır. Yavuz’un doğu meselesine yönelik bu fetih hareketi, Osmanlı’nın uyun yıllar doğudan arkasını sağlama almasına vesile olmuştur.
Yavuz’un doğu hareketinden yani sırtını sağlama almasından sonra Osmanlı kısa bir süre içinde batıda ilerleme kaydederek 1529 yılında Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan Süleyman liderliğinde Viyana kapılarını çalmaya başlamıştır.
Osmanlı’nın İstanbul’un fethiyle başlayan yükselişi, doğu ve batıya yönelik devam etmiştir. Batıda Viyana’nın kapısına dayanan Osmanlı, doğuda Bağdat’a ve Hicaz bölgesine kadar gitmiştir.
Bu jeopolitik yükseliş, Rusya’nın 16'ncı yüzyılın sonu ve 17'nci yüzyılın başında tarih sahnesine çıkmasına kadar devam etmiştir. Rusya, bu tarihlerden itibaren Osmanlı hâkimiyetindeki bölgelerde (özellikle Balkanlar’da) etkili olmaya başlamış ve Osmanlı’nın yıkılışına kadar Osmanlı için bir tehdit unsuru olmuştur.
Rusya’nın bu tehditkâr konumu Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. En son Suriye’de, Türkiye için kısa bir süre öncesine kadar bir tehdit unsuru olarak kalmıştır.
İran, Çaldıran’da yenilgiye uğramasından sonra Osmanlı ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti için doğrudan bir tehdit olmasa da, her zaman Osmanlı ve Türkiye’nin aleyhine olan süreçlerin ve ittifakların içinde yer almıştır.
Dolayısıyla İran ve Rusya, Osmanlı’dan günümüze kadar yaklaşık 500 yıldır Türkiye için her zaman bir tehdit ve engel oluşturmuşlardır.
Günümüzde, Suriye ve Ukrayna’da yaşanan gelişmelerle birlikte hem Rusya hem de İran, jeopolitik anlamda büyük yenilgiler alarak Türkiye için doğrudan tehdit olma yeteneklerini önümüzdeki 20-30 yıl için kaybetmiş görünmektedirler.
Rusya, Ukrayna’da şimdiye kadar yaklaşık 200 bin civarında askerini kaybetmiştir. Ayrıca 400 bin civarında askeri de ağır yaralanarak savaşamayacak duruma gelmiştir. Rusya, şu an Ukrayna’da savaşacak asker bulmakta zorlandığı için hapishanelerden ve bazı ülkelerden asker devşirme durumunda kalmıştır.
Mevcut Ukrayna savaşında, günde ortalama 1500 Rus askeri ölmektedir. Savaşın Rusya için günlük maliyeti ise 500 milyon dolardır. Olası bir barış anlaşmasında, Rusya’nın Ukrayna’nın doğusunda kontrol ettiği toprakların yaklaşık yüzde 20’sini ilhak etmesi durumunda bile bu bölgeleri elinde tutabilmek için ortalama 200 bin asker bulundurması gerekecektir.
Rusya’nın bu durumu, ülkenin sınırları dışında askeri operasyon yapma yeteneğini kaybetmesine yol açmıştır uzun bir süre için. Nitekim bu zafiyet, Suriye’de de görülmüştür. Dolayısıyla, bu perspektiften bakıldığında Rusya’nın, önümüzdeki 20 yıl içinde Türkiye için jeopolitik anlamda doğrudan bir tehlike arz etmeyeceği söylenebilir.
Benzer bir durum İran için de geçerlidir. İran’ın Lübnan’da desteklediği ve uzun kolu olarak kullandığı Hizbullah ile Yemen’de desteklediği ve uluslararası ticari gemilere karşı kullandığı Husiler, İsrail ve ABD tarafından ciddi anlamda etkisiz hale getirilmiştir.
İran için Afganistan’dan başlayıp Lübnan’a uzanan Şii Hilali’nin önemli bir parçası olan Suriye’de Esad rejiminin çökmesi, jeopolitik anlamda büyük bir yenilgi anlamına gelmektedir. Ekonomik olarak da yıllardır maruz kaldığı uluslararası ambargolardan dolayı önemli bir güç kaybına uğramıştır.
Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’nin 500 yılı aşkın bir süredir rakibi olan iki devlet, en azından önümüzdeki 20 yıl içinde Türkiye için önemli bir tehdit olmaktan çıkmışlardır. Bu durum, Türk dış politikası için yeni fırsatlar doğurmaktadır.
Burada asıl soru, Türkiye’nin önüne bu yeni ortamda ne gibi fırsatların doğduğu ve bu fırsatlarla birlikte karşılaşabileceği risklerin neler olduğudur.
Türkiye, İran ve Rusya’nın bu zayıf durumundan dolayı Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da dış politikada daha rahat hareket etme ve bu bölgelerdeki devletlerle daha derin ilişkiler kurma imkânına sahip olabilir.
Bu durum, Türkiye’nin hem jeopolitik önemini artıracak hem de ekonomik olarak fayda görmesine katkı sağlayacaktır.
Ancak Türkiye, bu yeni durumu, bu iki devletle çatışma vesilesi yapmamalıdır. Coğrafi olarak bu iki ülkeyle birlikte yaşamak zorunda olduğu için, bu yeni durumu aynı zamanda bu iki devletle yeni işbirlikleri için bir fırsat olarak görmelidir. Çatışmacı bir yaklaşım, bölgede yeni bir aktörün etkisini artırabilir ki bu yeni aktör Çin’dir.
Rusya ve İran, Batılı ülkelerin ambargoları altında oldukları için Çin’e bağımlılıkları artmıştır. Çin, bu ülkelerin bağımlılık durumunu hem kendi ekonomisi hem de jeopolitik önemini artırmak için kullanmaktadır.
Dolayısıyla Batı devletlerinin bu iki devlete uyguladığı radikal ambargolar, bu iki devleti hem Çin’e daha bağımlı hale getirmiş hem de Çin’in İran ve Rusya üzerinden Türkiye’nin de ilgi alanında olan coğrafyada etkili olmasının yolunu açmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin Ukrayna savaşında izlediği denge politikası doğrudur ve Rusya’nın mevcut konumundan ekonomik olarak yararlanmaya devam etmelidir.
Türkiye, İran ile ilişkilerini İran’ın bu zayıf konumunu dikkate alarak tarihsel anlamda yapısal bir şekilde yenilemelidir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, İran ile 500 yılı aşkın süredir bir çatışma veya rekabet durumu söz konusudur. Bu durum, İran’ı sürekli olarak Türkiye aleyhtarı ittifaklara yöneltmiştir.
Türkiye, bu yeni durumu fırsat bilerek İran’a, Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yenilen Almanya ile kurduğu özel ilişkiye benzer bir ilişki teklifi ile gitmelidir.
19'uncu yüzyıldan 20'nci yüzyıla kadar üç kez ölümüne savaşan Almanya ve Fransa, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurdukları özel ilişkiyle Avrupa Birliği’ni oluşturarak bu birliğin temel eksenini oluşturmuşlardır.
Türkiye, İran ile benzer bir ilişki kurabilirse, Ortadoğu’da tüm ülkelerin ekonomik ve siyasal olarak faydalanacağı yeni bir düzen kurmak mümkün olabilir.
Türkiye ve İran arasındaki tarihsel ve kültürel bağlar, böyle bir ilişkinin gerçekleşmesi için kolaylaştırıcı unsurlardır. Şu an İran’da hem dini lider Hamaney hem de mevcut Cumhurbaşkanı Mesut Pezeşkiyan Türktür.
İran nüfusunun toplamda yüzde 40’ı Türklerden oluşmaktadır. Dolayısıyla Türkiye, içinde bulunulan konjonktürü fırsat bilerek İran’a yönelik böyle bir adım atmalıdır.
Rusya ve İran’ın bölgede devre dışı kalmalarının Türkiye için sunduğu fırsatların ötesinde riskleri de bulunmaktadır.
Bu risklerin başında mevcut İsrail hükümeti gelmektedir. Netanyahu’nun başında bulunduğu aşırı dincilerden ve ırkçılardan oluşan mevcut İsrail hükümeti hem bölge hem de Türkiye için büyük bir tehdit ve tehlike oluşturmaktadır.
Washington Post gazetesinin yazarı Bob Woodward’ın son kitabı "War"ı okuyan herkes, mevcut İsrail hükümetinin bölgeyi kaosa sürükleme konusunda ne kadar gözünü karartmış olduğunu görebilir.
Nitekim, en son Suriye’de toprak işgaline girişmesi ve Suriye’den kendilerine bir tehdit olmamasına rağmen Suriye’yi bombalaması, bu tehdidin somut göstergeleridir.
ABD ise İsrail’in güvenliğini bölge politikasının merkezine koyduğu için, İsrail yörüngesinde yeni problemlerin oluşmasında her türlü eyleme hazır bulunmaktadır.
Nitekim Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinden sonra YPG/PKK’yı hemen koruma altına alması bunun göstergeleridir.
Tüm bu nedenlerden dolayı, uzun vadede bölge istikrarı için Türk-İran ilişkileri yeni bir zemine oturmalıdır.
Yorum Yazın
Facebook Yorum