Rusya ve Putinizm
Bülent Güven, Avrupa Raporu
Rusya’nın Ukrayna’yı ilhak için bir yıl önce başlattığı savaştan beri dünya gündemi bu savaşın açtığı ve açabileceği sonuçlar ile meşgul durumdadır. Ayrıca gerek Rusya’nın gerekse Ukrayna’yı destekleyen ülkelerin bu savaş konusunda sahip oldukları farklı anlatıların da çatışmasını gözlemliyorum. Bu yazıda Rusya’nın saldırgan tutumunu daha iyi anlamak adına olaylara Rusya’nın, daha özelde ise Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in gözünden bakılmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede Rusya’nın yaşadığı siyasi dönüşümler kadar, Putin’in kişiliğine ve davranışlarının altında yatan nedenlere de eğilmekte fayda vardır.
16. yüzyılda IV. Ivan (Korkunç Ivan) döneminde tarih sahnesinde daha görünür olmaya başlayan Rusya, coğrafyasında frenleyici doğal sınırlar ve etrafında güçlü devletler olmadığı için, genişlemeye müsait bir alanda hareket ederek, çevresindeki coğrafyayı 150 yıl gibi kısa bir zaman dilimi içinde kontrol altında alarak Avrasya bölgesinde dünyanın en büyük alanına sahip ülke konumuna gelmiştir. Rusya bu coğrafyada kuzey ve doğu istikametinde genişlerken kayda değer bir direnç ile karşılaşmazken, batıya genişleme sürecinde 17. yüzyılda Kuzeybatı Avrupa’da İsveç’in, kendi güney batısında da Polonya ve 19. yüzyılda Bismarck Almanya’sının direnci ile karşılaşarak bu istikamete genişleme süreci sekteye uğramıştır. Fakat Avrupa’ya genişleme süreci 2. Dünya savaşından sonra yeniden başlamış ve başta Polonya olmak üzere Doğu Avrupa ülkelerini Varşova Paktı kapsamında 1989’a kadar kendi etki alanında tutmayı başarmıştır. Dışarıdan saldırıya iki defa uğrayan Rusya, ilk olarak 19 yüzyılda Napolyon tarafından işgal edilmeye çalışılmış, yine 20. yüzyılda ise Hitler bunu tekrar denemiş, fakat ikisi de Moskova önlerinde büyük bir mağlubiyet yaşayarak geri çekilmek zorunda kalmışlardır.
Rusya’nın bu genişlemesi 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile durmuştur. Bu tarihte sadece Doğu Avrupa’daki kontrolünü değil, aynı zamanda Kafkaslar ve Orta Asya başta olmak üzere Türk Cumhuriyetleri olarak adlandırılan Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkelerin dışında, Ermenistan, Gürcistan gibi ülkelerin bulunduğu coğrafyalardaki kontrolünü de kaybetmiştir. Bu açıdan 1991 yılı aslında 16. yüzyılda yükselmeye başlayan Rus İmparatorluğu’nun çöküşünün bir miladıdır ve Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in Sovyetlerin çöküşünü 20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi olarak adlandırması bu çerçeveden bakıldığında şaşırtıcı değildir.
Fakat tarihsel perspektiften bakıldığı zaman, Rus İmparatorluğunun çöküş süreci aslında 20. yüzyılın hemen başında başladığı da düşünülebilir. Zira tüm dünyada bu dönemde daha da artan milliyetçilik dalgası, Rusya gibi çok sayıda farklı etnik ve dini gruptan insanı bünyesinde barındıran bir devlette halklar arasında bağımsızlık eğilimlerini artırmıştı. Bu bağımsızlık taleplerinin dışında Rusya kendi içinde verimsiz sistemi ile de zaaflar yasamaya başlamıştı. 1905’te Japonya’ya karşı kaybedilen savaş bu zafiyetinin bir tezahürüydü. Belki de bu hadiselerin sonucu olarak Şubat 1917’de Rus Çarı tahtını terk etmek zorunda kalmış ve Ekim 1917’de Lenin’in liderliğinde Komünist Devrim gerçekleşmişti. Komünist Devrim ideolojik boyutunun dışında ele alınırsa, aslında farklı etnik ve dini grupları “nötr” bir ideolojik şemsiye altında Rusya’nın liderliğinde bir arada tutma gayretiydi. Bu çerçevede Lenin farklı etnik gruplara belli bir özerklik de vererek imparatorluğun dağılmasının önüne geçmeye çalışmıştı. Fakat bu özerklik farklı etnik grupların Sovyet imparatorluğuna entegrasyonunu istenilen oranda gerçekleştirmediği için, Stalin döneminde Sovyetlerin nüfusu harmanlamak ve belli etnik gurupların bir coğrafyada kümelenip devletleşmelerinin önüne geçmek için bu etnik gruplara acımasız sürgün süreçleri başlatıldı. Rusya’nın Doğu Avrupa’da ve kendi içindeki bu acı olaylar sonucu elde ettiği “kazanımlara” ABD, İngiltere ve Rusya arasında 1945 yılında Kırım’ın bir sahil kasabası olan Yalta’da yapılan bir antlaşma ile uluslararası bir meşruiyet de kazandırıldı. Sonuçta Yalta düzeni 1991 yılına kadar sürdü ve Sovyetlerin çöküşü ile de en azından Rusya için sonlandı. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya için 1918 ne ise, Rusya için de 1991 bir yılı oydu.
ABD liderliğindeki Batı İttifakı Rusya’nın 90 yıllardaki içine düştüğü çöküş sürecini fırsat bilerek Rusya’nın Doğu Avrupa’da etkisini sıfırlamak adına, art arda hem Kuzey Avrupa’daki hem de Doğu Avrupa’daki ülkeleri 1997 yılında başlattığı bir süreç ile NATO ve Avrupa Birliği şemsiyesine dahil etti. Rusya, Batı İttifakının Rus sınırına doğru genişlemesine o dönem içinde bulunduğu zayıf durumdan ve kanaatimce Batı ile kurabileceği olası iyi ilişki beklentisi gibi sebeplerle karşı çıkmadı. Hatta NATO’nun 2004 yılındaki genişlemesinde Putin, dönemin Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ile yaptığı basın toplantısında NATO’nun genişlemesinin Rusya ve Batı arasındaki iş birliği için de bir fırsat olabileceğini gülerek ve gayet rahat bir şekilde karşılamıştı. Putin’in bu tutumu daha sonra değişti, bunun ilk işaret fişeğini de 2007’de Münih Güvenlik Zirvesinde yaptığı konuşma ile verdi. Putin bu konuşmasında Batı’nın Rusya sınırına doğru genişlemesini eleştirerek bunun kendileri açısından kabul edilmeyeceğini belirtiyordu.
Burada sorulması gereken soru, Putin’deki Batı’ya karşı bu tavır değişikliğine yol açan sebepler nelerdi?
O dönemde Putin’in bu tür bir tepki vermesinin görünür sebebi, NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’a üyelik perspektifi vermesiydi. Fakat Putin’in bu duruma karşı çıkmasının asıl nedeni Batı’nın Rusya’ya karşı niyetinin “iyi olmadığı” inancıydı. Nitekim Ukrayna’ya ve Gürcistan’a üyelik perspektifi verilmesine başta dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel olmak üzere, birçok Avrupalı devlet insanı itirazlarını belirtseler de ABD onları dinlemeyerek süreci başlattı. Rusya, Putin’in 2007’de yaptığı sözlü uyarıyı icraata dökerek önce 2008 yılında Gürcistan’a müdahale etti ve iki özerk bölgeyi bağımsız ilan etti, 2014 yılında da Ukrayna’ya müdahale ederek Kırım’ı ilhak etti. En nihayetinde kendisinin bir parçası olarak gördüğü Ukrayna’ya geçtiğimiz yılın 24 Şubat’ında müdahale ederek, bu ülkeyi kendi ülkesine katmak istedi.
Gelinen bu aşamada yukarıda tasvir edilen tarihsel perspektiften yola çıkarak, Putin liderliğindeki Rusya’nın hedefinin ve kendine çizdiği perspektifinin ne olduğunu anlama gayreti içine girmek mümkündür. Bu konuda elde bulunan ipuçlarından birisi, Rusya’nın 2021 yılının Eylül ayında Ukrayna’ya müdahalesi öncesi ABD’ye verdiği ve kendi isteklerini içeren belge olabilir. Rusya bu belgede NATO’nun 1997 öncesi duruma dönmesini istemekte, yani NATO’ya girmiş tüm ülkelerin NATO’dan çıkarılmasını ve Batı’nın bu ülkelerde kurmuş olduğunu askeri üslerin kaldırılması beklentisindeydi. Bunun pratikteki anlamının 1945 yılında Yalta’da kurulan düzenin tekrar canlandırması olduğu açıktır.
O halde Rusya gerçekleşme ihtimali neredeyse sıfır olan böyle bir talepte niçin bulunmaktadır? Bu gerçek bir beklenti midir, yoksa farklı bir stratejik hamle midir?
Rusya’nın ve onun 24 yıllık Başkanı Putin’in tüm bu gayretleri aslında modeli çökmüş bir imparatorluğu bir arada tutma gayretinden başka bir şey değildir. Zira günümüzde de iş modeli piyasadaki şartlar gereği çökmüş olan bir şirket, şirketini ya yeni piyasa koşullarına uygun bir model geliştirerek ayakta tutmaya çalışır ya da şirketini kapatarak piyasadan çekilir. Devletlerin kepengini indirmeleri mümkün olmadığı için, şirket kapatmak devletler için bir opsiyon değildir. Fakat yine de devletler mevcut duruma uyum sağlayarak kendi toplumu için yeni bir model geliştirebilirler. Osmanlı sonrası dönemde Türkiye’de Cumhuriyetin milli devlet temelinde kurulup düzlüğe çıkması bunun tarihteki en iyi örneklerinden biridir.
Putin ve çevresi yeni şartları dikkate alarak devleti yeniden yapılandırarak yola devam etmek yerine, tarihin ipoteğinden çıkamayarak tarihi geri çevirmeye çalışmaktadır. Putin’in Ukrayna’ya açtığı savaşın hemen öncesinde yaptığı uzun konuşmada gerçeklerden kopuk tarih ve zaman anlayışını tüm boyutları ile görmek mümkündür. Gerek Rusya – Ukrayna ilişkilerine dair söyledikleri, gerekse Batı ile Rusya arasındaki ilişkilere dair tasvirleri kendisinin gerçeklerden ne kadar kopuk romantik bir tarih tasavvuruna sahip olduğunu göstermektedir.
Peki Putin ve çevresinin bu gerçeklikten uzak siyasi analizlerinin gerekçeleri neler olabilir? Bu gerçeklerin bilinçli bir şekilde saptırılması mı yoksa gerçek düşüncelerinin ifadesi midir?
Putin’in özellikle son yıllarda yaptığı konuşmalarını çeşitli işgal girişimleri ile pratiğe de döktüğünü düşündüğümüzde bu konuşmaları inanarak yaptığı varsayımında bulunabiliriz. Bu durumun nedenlerinden bir tanesi Putin ve çevresinin sosyalizasyonları olabilir. Putin, ömrünün ilk kırk yılına yakın bir kısmını komünist bir rejimde ve rejimin emniyet supabı olan istihbarat teşkilatında geçirmiş birisidir. Ayni durum yakın çalışma arkadaşları için de geçerlidir. Bu arkaplan Putin ve çevresi için son yıllarda dünyada meydana gelen gelişmeleri anlamak konusunda önemli bir engel teşkil ediyor olabilir.
Bunun dışında 1999 yılından beri Rusya’ya tek ve güçlü bir adam olarak yöneten Putin, süreç içinde kendisini devlet yönetiminde dengeleyebilecek kişileri ya diskalifiye etmiş ya da hizaya getirmiştir. Bunun en somut göstergesini Ukrayna savaşından birkaç gün önce canlı yayında topladığı Rusya Milli Güvenlik Kurulu’nun üyelerine karşı tavrından ve bu üyelerin Putin’e karşı davranışlarında görmek mümkündür. Putin’in Rus istihbaratı FSB’nin Başkanını canlı yayında aşağılayan sorular sorması bu durumun en somut göstergelerinden birisidir.
Putin ve çevresini gerçeklikten koparan bir başka neden ise, sadece devlet içinde değil, toplumsal ve siyasal alanda da Putin’e rakip olabilecek parti ve kişilerin Putin tarafından ya öldürülerek ya çalışma kamplarına sürülerek ya da yurt dışına gönderilerek diskalifiye edilmesidir. Dolayısıyla bu alanda da Putin’i dengeleyecek bir unsur bulunmamaktadır.
Ayrıca Putin medyayı da kapsamlı bir şekilde kontrol ettiği için, Putin’e karşı güçlü, spontane bir toplumsal muhalefet de temayyüz etmemektedir.
Tüm bu nedenlerden dolayı Putin Rusya’yı tek ve güçlü bir adam olarak yönetmektedir. Tek adamlığı onu aynı zamanda yalnızlaştırmaktadır. Denetim ve dengenin olmaması, bunun yol açtığı tek adamlık Putin’i ve çevresini irrasyonel algı ve davranışlara yöneltmektedir. Bu anlamda tek adamların olduğu tüm düzenlerde nasıl süreç içinde gerçeklerden kopuk irrasyonel kararlar alınabiliyorsa bugün Rusya’da gerçekleşen durumda da bunun aynısıdır. Aklın, denetim ve dengenin devre dışı kaldığı hemen hemen her toplumun sonu büyük ve küçük felaketlerle sonlanmaktadır. Bugün Rusya’da da gerçekleşen budur. Putin’in şimdiden kaybettiği Ukrayna savaşının Rusya’ya ve Rus halkına bedeli hem kısa hem de uzun vadede ağır olacaktır.
Bu çerçeveden baktığımızda, yazının başlığı olan “Putinizm” aslında bedeli toplumlara ağır olan irrasyonalizmdir.
Yorum Yazın
Facebook Yorum